Kayıplar artıyor! ÇEVRE DUYARLILIĞI ŞART!

Mavi Vatanımız çevreyi bozarak sanayileşmenin bedelini ağır ödedi. Bugün de rant uğruna harcanmaya devam ediyor. Çevre konusu en az jeopolitik alan kadar önemli. Zaman çok önemli. Çevre kaybedildiğinde yaşamaya dair pek çok şeyi kaybediyoruz.

2013 yılının Ağustos ayı sonunda gazetelerde yer alan bir habere göre, Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne “Çevre Etki Değerlendirmesi” (ÇED) Raporu zorunluluğu getirilmişti. Oysa Hükûmet o dönemde büyük projelerde ÇED zorunluluğunu kaldırmıştı. Peki nereden çıkmıştı bu ÇED Raporu? Habere göre; ihaleyi kazanan konsorsiyuma kredi verecek yabancı banka bu raporu istemişti. Bu son derece acıklı bir durumdu. Türkiye’de çevreye oluşabilecek zararı yabancı bankalar görebiliyor ve aslında bir ülkenin tamamen egemenlik yetkisine giren çevre konusunda “Raporun var mı?” diye sorabiliyorlardı. Bu rapora rağmen Kuzey Ormanları’nda 13 milyon ağaç kesildi. Bugün de Kanal İstanbul’un çevreye vereceği zarar Türkiye’nin en seçkin ve yetkin bilim insanları ile Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) tarafından defaten deklare edilmiş olsa da projenin akışına hiçbir şekilde etki etmiyor. Kamu ve doğa vicdanı tatmin olmasa bile doğaya büyük zararlar verecek proje devam ediyor.

MARMARA’NIN ENDÜSTRİYEL ÇÖPLÜK ALANINA DÖNÜŞÜMÜ

Marmara Denizi, daha kanalla buluşmadan deniz salyası (müsilaj) üzerinden “ben ölüyorum” mesajını verse de TBMM’de çoğunluk oyla müsilaj konusunun görüşülmesi bile reddediliyor. Denizde petrol kirliliğinde yapılması gerekenlere benzer işlemlerin Ulaştırma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri, belediyeler ve Çevre Bakanlığı ile acil müdahale planları paralelinde yürütülmesi gerekirken işler “Bu doğal bir olay” denerek neredeyse aylarca akışına bırakılıyor ve bakanlık ancak 6 Haziran tarihinde eylem planı açıklıyor. Halbuki çevre konusu en az jeopolitik alan kadar önemli. Zaman çok önemli. Çevre kaybedildiğinde yaşamaya dair pek çok şeyi kaybediyoruz.

Türkiye, denizdeki çevre konuları ile 80’li yıllarda gerçek anlamda tanışmaya başladı. İtalyan ticaret gemilerinin Karadeniz’e attığı zehirli atık varillerinin sahillerimize vurması ve medyanın da konuyu geniş şekilde yer vermesiyle, deniz ve çevre konusu kitlelerin ilgi alanına girebildi. Aynı yıllarda Haliç, İzmir Körfezi’nin doğu kısımları, Kadıköy Kurbağalıdere ve Ataköy gibi yerlere yakın oturanlar, özellikle lodos havalarda pis kokudan evlerinde oturamaz haldeydiler. Zira 80’li yıllara kadar belediyelerin arıtma tesisleri yoktu; her türlü atık doğrudan denize veriliyordu. Marmara’yı düşünen kimse yoktu. Artan İstanbul nüfusu ile plastik, naylon ve türevleri ile alüminyum kola kutuları gibi bugünün endüstriyel çöpleri Marmara Denizi’ni endüstriyel çöplük alanına dönüştürdü.

Mavi Vatanımız çevreyi bozarak sanayileşmenin bedelini ağır ödedi. Bugün de rant uğruna harcanmaya devam ediyor. 1915 yılında 230 çeşit balık olan Marmara’da bugün 52 çeşit balık var. Balıkların göç ve üreme merkezi olan Marmara’yı kaybettik. Bizans sikkelerinde palamut simgesi denizdeki bolluğu temsil ederdi. 20 yüzyıl başında İstanbul Balık Hali’nde on milyona yakın balık işlem görürdü. Bugün balıkçılar Marmara’da plastik atık çekiyor. Balıkçılarımızın da bu sonuçta rolü oldu. Kaçak ve yasak avlanma, trol çekme, stoklar bilinmeden hormonlu büyüyen av filosu ile neredeyse toplu katliama varan avlanma Marmara’yı yok etti.

KANALİZASYON VE ARITMA TESİSİ YETERSİZLİĞİ

İzmit Körfezi, Gemlik Körfezi ve Haliç’in sanayi atıkları ile İstanbul ve Kocaeli’nin kanalizasyonları yıllarca arıtılmadan Marmara’ya verildi. Bugün de Haliç’i temizlemek için bölgenin tüm kirli suları Ahırkapı açıklarında derin su deşarjı ile Karadeniz’e yönelik dip akıntısına karıştırılmak üzere Marmara’ya veriliyor. 2013 yılı baharında “yok artık” denilecek boyutta bir çevre skandalı daha ortaya çıkmıştı. Çınarcık açıklarındaki fay çukuruna Marmaray inşaatına ait 1 milyon ton hafriyat toprağının döküldüğü basında yer almıştı. Deniz dibindeki doğal dengeyi alt üst edecek bu uygulamanın emrini verenler Çevre Bakanlığı’ndan onay almış mıydı? Bunları bilmiyoruz, unutuldu gitti. Benzer şekilde bugün de Ergene Nehri suyunun Marmara’ya verilmesi projesi söz konusu. Deniz Bilimci Prof. Dr. Cemal Saydam haykırıyor “Bu projeyi durdurun” diye. Dinleyen olacak mı?

Türkiye’de yılda kabaca 30 milyon metreküp sanayi atığı denizle buluşuyor. Belediyelerimizin yüzde 85’inin arıtma tesisi, 700 belediyenin de kanalizasyonu yok. Kıyılardaki belediyelerden arıtma tesisi olanlar ise artan nüfus artışına paralel kapasite artımına kaynak bulamıyor. Bodrum, Göcek gibi yerlerde yaz aylarında kontrol edilemeyen atıklar denize verilirken, Çevre Bakanlığı 10 metrelik amatör denizci teknesine, teknedeki 20 litre atık suyu denize verdiği için binlerce lira ceza kesebiliyor.

TERMİK VE NÜKLEER SANTRALLERİN BİLİNMEYEN ETKİLERİ

Kıyılara yakın maden ocakları ve Muğla’da Yeniköy-Kemerköy ve Yatağan’daki mevcut termik santrallerin soğutma sularının Gökova Körfezi’ne etkisi bile bilinmiyor. Bu tip termik santrallerin soğutma suları denizdeki doğal dengeyi bozuyor, yakılan kömürün oluşturduğu kükürt dioksit asitli yağmurlara neden olarak bitki örtüsünü öldürüyor. Mersin Akkuyu’da inşa edilecek nükleer santralin soğutma suyunun deniz suyunu ne kadar ısıtacağı ve bunun denizdeki canlı hayatı ne denli etkileyeceğini kamuoyu henüz bilmiyor.

Türkiye’nin sanayileşmesi ve kalkınması tabii ki hepimizin ortak hedefi. Ancak endüstriyel medeniyete erişim uğruna, torunlarımızın soluyacağı hava ile kullanacağı toprak ve denizin niteliklerini bozmak ne kadar adil?

EKOSİSTEM CANLILIĞI SIRALAMASINDA HAZİN KONUMUMUZ

Karadeniz’deki sahil otoyolunun ürettiği kurşun atıklarının denizdeki canlı hayata etkisini biliyor muyuz? İç ulaşımda yüzde 90 ağırlıkla kullanılan kara ulaşımının neredeyse yedi kişiye bir otomobil düşürdüğü ortamda iklim değişikliğine ve küresel ısınmaya neden olan karbondioksit salınımlarının ülkemizde son 20 yılda neredeyse 1,5 kata yakın bir artış göstermesi halkımızı hiç mi ilgilendirmez?

ABD’deki Yale Üniversitesi’nin yaptığı bir çevre çalışmasına göre; Türkiye 2013 yılında 132 ülke arasında çevresel sağlık ve ekosistem canlılığında 109’uncuydu. Bu ne demekti? Dünyanın en büyük 16’ncı ekonomisi olmak için yıllarca cam dükkânına girmiş bir fil gibi ortalığı yakıp yıkmışız. Başta Mavi Vatan’ımızı korumak için eylemci çevre bilincini geliştirmemiz ve idarenin hesap verebilirlik ve sorumluluk çerçevesinde hareket etmesini sağlamamız gerekir. Unutmayalım! Gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz en büyük miras temiz ve sürdürülebilir doğadır. Jeopolitik kayıplar gibi doğa kayıplarının da telafisi olmaz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Time limit is exhausted. Please reload CAPTCHA.