Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, bir balıkçıya hediye olarak Almanya’dan Türkiye’ye gönderildi. Ardından İstanbul’da yaşayan bir Alman onu satın aldı ve gurcatasında Gamalı Haç dalgalandı. Sonra Prens Abbas Halim’e geçti, derken Ferruh Verdi’ye… Talihsizlikler bir türlü peşini bırakmadı. Bir gün Nedim Özgen çıktı ve kara bulutları dağıttı. Levent Kotrası’nın ünü yelken camiasını kapladı. Ve o “bütün yarışları kazanan tekne” unvanını aldı. Yazı PELİN ÖZCANLI, Fotoğraflar ONUR ÇAKMAK, LEVENT ÖZGEN ARŞİVİ
Geçen Mayıs antrenman için denizdeydik. Levent Kotrası geçti yanımızdan. Bundan önce onu hep marinada görmüştüm, ilk kez suda karşılaşıyorduk. Ahşap güvertesi dümdüzdü; punteller ve vardavela telleri yoktu, yeke dümeni de tahta sopaları andırıyordu. Dalgaların üzerinde akıp giderken geçmişin çarklarını hafifçe oynatıyordu sanki. Şimdiki zamanla yönetilmek istemiyor gibiydi. Yelken eğitmenim anladı dalgınlığımı. “Levent Abi’yi (Özgen) izliyorsun değil mi?” diye sordu. Sonra teknenin 1904’te inşa edildiğini, ilk adının İnge olduğunu ve Levent Abi’ye babası Nedim Bey’den kaldığını söyledi. Şaşkınlığımı gizleyemeyerek “114 yaşında mı yani!” dedim yüksek sesle, “Anıları ayakta tutuyor herhalde.” Eğitmenim gülümsedi, beklenen etkiyi yaratmaktan memnundu. Ama dersi unutmamamız gerekiyordu.
Peki, Levent Kotrası kim tarafından yapılmıştı? İlk adı varsa, ilk sahibi kimdi? Duyduklarım iştah açıcı mezeler gibiydi ve ana yemeksiz doyamayacağım hissine kapılmıştım. Ders boyunca, karaya döndüğümde Levent Abi’nin kendisiyle konuşmak fikri sık sık kurcaladı kafamı. Ancak ertesi gün buluşabildik. Çoğunlukla akşama dek sürerdi seyirleri. Beklesem beni aydınlatırdı fakat yorgunluğu yüzünden zorla dökülecekti sözcükler ağzından. En doğrusu sabretmekti.
YELKENCİLİĞİMİZİN YAŞAYAN ŞAHİDİ
Levent Özgen, hiç kuşkusuz, Türkiye’de yat yarışçılığının gelişmesinde büyük rol oynamış bir isim. Sadece dünya çapında kazandığı şampiyonluklarla değil, yenilikçi kişiliği ve aydın düşünceleriyle de. 10 Mayıs 1952’de babasının Horoz isimli teknesine doğan, yat ve finn sınıflarında yüzlerce yarış deneyimleyen Özgen’in 66 yıllık hayatında şahit oldukları, aslında yelkenciliğin Türkiye’de hangi duvarları aştığını anlamamızı sağlayacak türden…
Fenerbahçe Marina’da koşar adım randevuma yetişmeye çalışırken sağımdaki solumdaki insanlara bakıyorum. Köpeğini gezdiren kadın, birbirlerine karışmış ağları çözerken Sezen Aksu’nun Ben Sende Tutuklu Kaldım şarkısını mırıldanan balıkçı, bisiklete binen uzun saçlı adam… Özellikle hafta içleri erken saatlerde Avrupa kentlerini andırıyor burası. Huzurlu bir atmosfer. Özgen’le 2009’da üç kişi kurdukları Hedef Yelken Okulu’nun yüzen gemi ofisinde oturuyoruz. Çaylarımızı yudumlarken Levent Kotrası’nın ilginç hikâyesini dinliyorum.
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
“Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İstanbul’da yaşayan bir Alman, balık tutmayı çok severmiş. Türk bir balıkçıyı dost edinmiş. Her fırsatta birlikte balığa çıkarlarmış. Bir gün Alman ülkesine geri dönmeye karar vermiş. “Ne istersin, ne göndereyim sana Almanya’dan?” Böyle sormuş balıkçıya vedalaşırlarken. Balıkçı biraz duraksamış ve “tekne” demiş. “Tabii eğer mümkünse…” Alman, doğup büyüdüğü topraklara varınca, dostluklarına minnetini belirtmek istercesine, o zaman dünyanın en iyi ahşap tekne üreticisi olan Abeking&Rasmussen’in kapısını çalmış. R8 metre sınıfı diye tanınan, dönemin en popüler yatını alıp trenle Hamburg’dan İstanbul’a yollamış. Rivayete göre balıkçı, özel bir vagonla gelen hediyesini görünce adeta şoka girmiş çünkü beklediği sadece basit bir balıkçı teknesiymiş. 12,84 metre boyunda ve 2,26 metre genişliğindeki, 4,5 tonluk kurşun safrayı taşıyan karınlı gövdeye sahip, hayli kalın direkli, randa armalı, cıvadralı yatı kullanabileceğine inanmadığından denize indirmemiş ve direkt depoya kaldırmış.
Yıllar sonra balıkçı -tesadüfler dünyası ya bu- yine İstanbul’da yaşayan bir Alman’la tanışmış. Yüzünde gurur dolu bir ifadeyle ona eski dostundan ve hediyesinden bahsetmiş. Derken tekneyi görmeye gitmişler; adam sıfır R8’in karşısında hayrete düşmüş; laflarken nasıl güzellikte olduğunu tam algılayamamış. Ana yelkenin ‘tel’ mandarının direğin önündeki özel bir vinçle basıldığını farkedince coşkusu zirveye ulaşmış. O zamanlar bu sisteme kolay kolay rastlanmazmış… İlgi uyandıran diğer önemli detay ise bumbanın kalkmasını önleyen pupa palangasıymış. Nitekim ziyaret balıkçının tekneyi satmasıyla bitmiş.”
NEDİM ÖZGEN’İ BEKLERKEN
“Adam teknenin adını, kızının da adı olan İnge koymuş. Mevcut direği ve armayı, 18 metrelik karşılıklı yapıştırılmış direkle ve 80 metrekare yelken taşıyan markoni armayla değiştirmiş. Kapitone kumaş kaplı ve iki adet ranza yatağın bulunduğu iç alana karışmamış. Babama bir arkadaşı İnge’nin fotoğrafını vermişti: Gurcatasında Gamalı Haç dalgalanıyordu. Atatürk’ün Fenerbahçe’de çekilen bir fotoğrafında da İnge görünür arkada. İnge’nin bir sonraki sahibi Prens Abbas Halim’miş. Tekneyi almış, Suadiye İskelesi’nin bitişiğindeki yalısının önüne bağlamış ve adını Serap koymuş. Kuluçkaya yatmış gibi kımıldamadan dururmuş Serap. Bu yüzden İnge olarak tanınmaya devam etmiş. 1944’te babam Prens’in tekneyi satacağını işitmiş. Botla görmeye gitmiş fakat yanlış alarm… 1945’te Fenerbahçe Koyu’nda yarı batık vaziyette bulduğu Yavru isimli tekneyi almış. Yavru, babamdan sonraki sahibi Prof. Dr. Süleyman Dirvana’nın koyduğu Seddülbahir ismiyle bilinir.
İnge’nin yazgısı babama kadar gerçekten düzensizmiş. Yıllar sonra Prens Abbas Halim’den tekneyi Tuzla Jeep Fabrikası’nın ortaklarından Ferruh Verdi almış. 1956’da Ferruh Bey ve İnge talihsiz bir kaza yaşamış. Babam o zaman Horoz isimli teknesini satmış, hâlâ İnge’yi istiyormuş. İnge Fenerbahçe’ye Mustafa Kaptan’ın mekânına getirilmiş; üstü örtülüp terkedilmiş. 1957’de babam yakın arkadaşı Athar Beşpınar’a İnge’yi inceletmiş. Athar Amca onaylayınca, sonunda Ferruh Bey’den 36 bin liraya satın almış. Karada havuzluğun tabanı açılmış, 1 metreye yakın derinlikteki kıç omurganın tozu toprağı atılmış. Altı, bakır olduğu için temizliği denizde halledilmiş. İstanbul’da bilinen ilk naylon halat da İnge’nin mavi iskotasıymış; satarken onu babama vermemişler.”
İYİ TEKNE DOĞRU KİŞİLERİN ELİNE GEÇERSE
Susuyor. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme. Ofiste üç kişi daha var, işlerini yapıyor gibi görünseler de dikkatlice dinliyorlar; birkaç dakika boyunca soluklarımızdan başka ses duyulmuyor. Katılmamı beklediğini seziyorum, “Teknenin babanıza geçmesiyle neleri değişti?” Anlatmayı sürdürüyor.
“Adı Levent oldu. 1958’de Büyükdere’deki kızaklara çekildi. Altındaki bakırlar söküldü ve bütün karinası kazındı. Gövdesi hakiki maun ağacındandı. Yapıldığı yıllarda çok rastlanan, postalarla kaplama arasından çaprazına demir kuşaklar geçirilen bir sistemine sahipti ve bu çemberler ahşaba zarar vermişti. Erimeye başlayan metal postalar çıkarılarak yerine karaağaçtan bükülmüş basma tirizler ve direk hizasında tekneyi tamamen çevreleyen galvanizli postalarla desteklendi. Motorumuz yoktu, 1960’ın kışında babam 12 beygirlik bir Penta motor aldı. Hami Kaynak, yine Büyükdere’de, onu tekneye monte etti. Pervaneden dolayı dümen palası değişti. 1961’de İngiltere’den Dacron yelken geldi, bez yelkenler öyle gitti. Bir gün Levent’in direği kırıldı. Direk ‘oregon pine’ cinsiydi… Sağ kalan kısmını Süleyman Dirvana, alüminyum direk takana kadar Seddülbahir’de kullandı. 1970’te iyice eskiyen maun kaplama tamamen sökülüp meşe ağacından kaplama yapıldı. Aniden, “Dur” diyor, “Sana eski gazete kupürleri getirmiştim. Bekler misin arabadan alıp geleyim? ” İki dakika sonra elinde büyükçe bir poşetle geri dönüyor. Kenarları eprimiş sarı sayfalardan bazı başlıklar çarpıyor gözüme: “Nedim Özgen 10 yıldan beri hiçbir yarışı kaptırmıyor”, “Levent: Bütün yarışları kazanan tekne”, “Nedim Özgen’in yarış ekibi oğlu ve kızı”, “Nedim Özgen’in eşi sevinçle bağırdı: “Benim koca deniz kurdum! Birinci geleceğini biliyordum. ”
2012’ye ait bir gazete sayfası da var poşette. Haberin başlığı “Türkiye finn birincisi Levent Özgen 91 yıllık Nostalji Cup’a eşi Binnur, oğlu Engin ve kızı Deniz’le katılıyor”. Belli ki Nedim Özgen’in oğluna bıraktığı en güzel miras, denizci yaşam tarzı. Babası, annesi ve kardeşiyle bindiği teknede şimdi eşi ve çocuklarıyla olması ne kadar anlamlı.
Tam vedalaşacakken biri araya giriyor. Levent Abi’den 1995’te federasyona sunduğu öneriden bahsetmesini istiyor. Meğer bugünün modern yetişkin yelken okullarının kimliğini şekillendiren, Özgen’in önerisiymiş. Özgen 1995’te donanımlı eğitmenler yetiştirilmesi fikriyle federasyona katılmış. Türkiye’de yelken eğitmenliği Batı’daki örneklerine kıyasla teknik bilgi açısından yetersiz diye bir uygulama düzenlenmesini talep etmiş. Ayrıca yalnız çocuklar değil, yetişkinler de eğitilebilmeli görüşünü savunuyormuş. Yıl bitmeden, kısıtlı imkânlara rağmen bütçeden ödenek ayrılarak İskoçya’dan bir “yetişkin eğitmeni eğiticisi” getirtilmiş…
Heyecan ve ilham veren bu hikâyeyi yazmak üzere Hedef Yelken’den saygıyla ayrılıyorum. ☸