Denizci bilinç

Denizci bilinç, denize jeopolitik, stratejik, ekonomik ve kültürel perspektifte bütüncül bakabilme durumudur. Burada en zorlu alan jeopolitik ve stratejik perspektiftir. Bilgi ve tecrübe ile şekillenir. Tez ve fikir üreterek hayatta kalır. Üniversitelerimizde 1970–1995 döneminde 828 yüksek lisans ve 273 doktora olmak üzere toplam 1101 tez çalışması yapıldı. Bunların içinde deniz jeopolitiği/stratejisi, deniz harp tarihi ve deniz gücü konularında yapılan tez çalışmalarının sayısının toplamı ise 12 idi. Söz konusu alanlarda sadece Deniz Harp Akademisi ve kısmen Deniz Harp Okulu’nda çok sayıda tez yazıldıysa da bu tezler kapalı çevrim dışına çıkamadı ve sivil kitlelerle paylaşılamadı. Diğer taraftan üniversitelerimizin siyasal bilimler ve uluslararası ilişkiler bölümleri deniz jeopolitiği, deniz stratejisi, deniz gücü, denizcilik gücü gibi alanlarda insan gücü yetiştiremedi. Bu konuların varlığını bile sorgulamadı. Benzer durum deniz yetki alanlarımızın yani mavi vatanımızdaki hak ve çıkarlarımızın korunmasına yönelik temel uluslararası hukuk disiplini olan deniz hukuku alanında da yaşandı. Bu alanda yetişmiş insan gücü nüfusumuza oranla yok denecek kadar azdır. Toplamda Türkiye çapında yetişmiş deniz hukuku uzmanı 20 kişiyi geçmiyor. Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta bu sayı 100’lerle ifade ediliyor. 2009’a kadar hukuk fakültelerinde ayrı bir bölüm olan deniz hukuku, artık bu özelliğini korumuyor.

Tez, fikir üretmek demektir. Biraz daha genişletirsek strateji ve politika belirleyebilmek demektir. Günümüzün ortamında en zor iş fikir üretebilmektir. Dolayısıyla akademik dünyada bile yeterli ilgi görmeyen deniz jeopolitiği, deniz stratejisi, deniz gücü ve deniz hukuku konularında bir atılım nasıl beklenebilir? Fikir ve tez üretilemeyen bir ortamda 21. yüzyılın deniz siyasası ve stratejisinin somutlaşmasını beklemek gerçekçi midir? Deniz bilinci olmadan yani bu alanda tez ve fikir üretmeden denizci devlet olmak mümkün müdür? Yüzyılların mirası karacı tarım toplumundan denizci sanayi toplumuna geçebilmek mümkün müdür?

Bir yarımada devleti olan Türkiye’nin tarih boyunca denizden uzaklaşması istendi. Türkiye’nin denizcileşmesi, bağımsızlaşması, sanayileşmesi, seküler eksende demokratikleşmesi ve güçlenmesi iç içe geçmiş kavramlardır. Bu konuda tarih boyunca hegemonyanın iki müttefiki oldu. Osmanlı tarihi ve karacı hâkimiyetinin hüküm sürdüğü yüksek askeri komutanlık. Osmanlı İmparatorluğu karasal bir güçtü. Denize sadece 15 ve 16’ıncı yüzyıllarda askeri açıdan sahip çıkmış, üstünlüğü kaptırdıktan sonra da geri kalan tüm dönemlerde uzak kalmış, sonunda tamamen ihmal etmiştir. Bu durumda kapitülasyonların da çok büyük rolü olmuştur. Maalesef, Osmanlı devlet yapısının sosyo genetik kodlarında denizcilik yoktu. Diğer taraftan Osmanlı, birer karasal kıta devleti olmalarına rağmen sonradan denizci olan Rusya ve Almanya örneklerini de kullanamamıştır.

Denizci bilinç cumhuriyetin kuruluş yıllarında da tam oluşamadı. Atatürk’ün Cumhuriyet’in başında denizciliğe gerek ekonomik gerekse jeopolitik perspektiflerde sahip çıkmasına rağmen İstiklal Savaşı’nın -haklı mağruru- karacı generalleri başta Mareşal Fevzi Çakmak olmak üzere başlangıcından itibaren denizcileşmenin lokomotifi Donanma’ya masraf çıkartan lüks bir kuvvet olarak baktılar. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Cumhuriyet Donanması’nın Marmara’da kalmasını ve sadece mayın ile denizaltı silahına sahip olmasını söyleyen Cumhuriyet’e en uzun süre Genelkurmay Başkanlığı yapmış Mareşal Fevzi Çakmak oldu.

Tarihinde İnebahtı sonrası üç büyük donanma baskını (1770 Çeşme, 1827 Navarin, 1853 Sinop) yaşayan Türk Donanması’na başta karacı generaller inanmıyordu. Bahriye Vekâleti’nin “Yavuz- Havuz” davası bahanesi ile lağvedilmesi başka nasıl izah edilebilir? Söz konusu bakanlığın aslında, Anadolu’nun Sevr ile denizlerden koparılmasına inat, Dumlupınar’da “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz”dir diyen Atatürk’ün “Denizci Türkiye” vizyonunun bir aracı olduğunu göremediler mi? Ya da görmek mi istemediler? Ancak tüm engellemelere rağmen donanma Mustafa Kemal sayesinde gelişimine devam etti. Bu sayede donanma cephesinde denizci bilinç yeşerebildi ve gelişebildi.

Denizci bilincin tüm zorluk ve yokluklara rağmen Türkiye’de yeşermesinde Donanma Vakfı büyük rol oynamıştır. Geçmişi “Donanma-i Hümayun Muavenet-i Milliye” ismi ile 1909 yılına kadar giden vakıf, 1919’da Sultan Vahdettin’in emri ile kapatılmıştı. 1965’te “Türk Donanma Cemiyeti” ismi ile tekrar açılan vakfın ismi 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra 1981’de “Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı” olarak değiştirildi. Bu vakıf da dönemin başbakanı Turgut Özal’ın isteği ve yüksek askeri komutanlığın direktifi ile 1986’da kapatıldı. Bugün Anadolu’da bahriyeyi, denizi, denizciliği öğreten veya anlatan hiçbir kurum yoktur. Yani denizci bilincin Anadolu’da yeşermesi için tohum bile yoktur. Denizi sevenler ve Türkiye’nin mavi uygarlık cephesinde yerini almasını isteyenlerin bir görevi de denizci bilincin sadece sahillerde değil Anadolu’nun denizden uzak köşelerinde gelişmesine katkı sağlamaktır. Bu uğurda yapılması gereken ilk iş, Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın yerine “Türkiye Denizcileşmelidir Vakfı”nı kurmaktır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Time limit is exhausted. Please reload CAPTCHA.