Hani derginizin sayfalarında sere serpe denizlere uzanmış gördüğünüz o milyon dolarlık bebekler var ya, elbette ki megayatlardan söz ediyorum, işte onların içinde yaşıyorum ben!
Hayır, milyon dolarlarım olduğu için değil. O süper bebeklerin sahiplerine, teknelerin ihtişamına yakışır, şık, elegant ve son derece lezzetli yemekler yapmakla sorumlu bir şef olduğum için.
Evet, ben bir megayat şefiyim.
Büyüklüğü 50 metreyi aşan özel sahipli ya da charter dediğimiz, yine özel olarak kiralanan teknelerden bahsediyorum.
Çoğu insan bu yatların içinde nasıl bir yoğun çalışma hayatı olduğunu bilmez. Teknelerin meşhur marinalarda birkaç gece durmasının devasa maliyetlerinden tut, sırf teknenin o sırada bulunduğu yarımkürede bir kutu çilek bulamadık diye uçak kaldırıp çilek getirmelere dek nasıl paralar harcadığımızı, nasıl kocaman dalgalar içinden geçerek okyanuslar aştığımızı, nasıl çılgınlıklara rastladığımızı ya da tam tersi nasıl bir ciddiyet içinde sertifika üzerine sertifika ekleyerek, eğitimlerden geçerek kocaman bir ekip olarak çalıştığımızı uzaktan kimse görmez.
Bundan böyle bu sayfalarda sizlere, her yönüyle insanı şaşırtan bu okyanuslar arası hayatı anlatacağım.
Tabii ki bir şef olarak da gittiğim meşhur kıyılardan, adını şimdiye dek hiç duymadığınız kentler ve marinalara, şimdiye dek hiç tatmadığınız yemeklere kadar yüzlerce örnekle süsleyerek…
Peki, nereden başlayacağız?
Onu da Temmuz sayısında okuyacaksınız çünkü şefiniz şu an trene atlayıp Milano’dan Cannes’a doğru yol almak üzere!
Malumunuz, Cannes film festivali ve hemen ardından gelecek olan Monaco Grand Prix için otellerde kapıda nöbet tutan paparazziler ve çılgın hayran kalabalıklarıyla mücadele etmektense, işte bizim de içinde olduğumuz megayatlardan birini kiralayan bir Hollywood starı ya da bir film yapımcısına ya da Grand Prix için gelen bir başka milyardere, güney Fransa’ya has tatlar yaratmak için. Kime yemek pişireceğimse şimdilik bir sır!