FETHİYE’DEN DEMRE’YE Likya’nın antik limanları

Ülkemizde son yıllarda yapılan yoğun ve başarılı arkeolojik çalışmalar, toprağın ve denizin altından birçok bilgiyi kucağımıza verdiği için biz, “Ela teknesiyle Likya’nın antik limanları ve şehirleri” adını verdiğimiz bu mavi yolculuğumuzda ilk mavi yolculara kısmet olmayandan fazlasını görebildik. Yazı Serpil Üstün [email protected]

Fotoğraflar: EREN AKYAR, SERPİL ÜSTÜN, GÖKHAN AKIN, iSTOCK

Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyılarında yıllardır yapılan “Mavi Yolculuk”lar, ilkinin 1946 yılında gerçekleştirildiği ve ardından bir gelenek halinde “Mavi Anadoluculuk” felsefesiyle devam ettirildiği günlerden bugüne oldukça değişti. Aynı koylar yıllardır geziliyor olmasına rağmen bugün oraları gören gözlerin gördükleriyle mavi yolculuğa ismini verenlerin gördükleri çok farklı. Mart ayında Kars’ta yaptığımız gezi sırasında farklı bir mavi yolculuk fikri, bir motoryatı olan işadamı Eren Akyar’dan geldi. Temmuz ayının ikinci haftasında Fethiye’de buluşmaya karar verdik. Amacımız ilk mavi yolcular gibi seyrederken kıyılardaki antik limanları ve gerisindeki antik şehirleri gezmekti. Bir haftalık zaman içinde görülebilecek en fazla antik yerleşimin olduğu bölge Fethiye ve Demre arasıydı. Işık ülkesi Likya’nın bir bölümünü gezecektik. Teke Yarımadası olarak adlandırılan, doğuda Antalya Körfezi ve batıda Fethiye Körfezi arasında uzanan yarımada, antik dönemde “Lykia (Likya)” adıyla anılmıştı. Likya bir federasyonun ismiydi ve 23 kentten oluşan onlarca yerleşim alanının temsil edildiği ortak birlikti.

TELMESSOS (FETHİYE)

Fethiye Körfezi’nin doğusunda Ölüdeniz bölgesinde bulunan Levissos-Gemile (Gemiler) Adası açıklarında demirlemiş Ela teknesi bizleri bekliyordu. Kışı Montenegro’da geçiren tekne, salgının neden olduğu seyahat yasaklarının kısmen kaldırılmasıyla yola çıkmış, gezimizin başlangıç noktasına varmıştı. “Macera” adını verdikleri teknede buluşan ilk mavi yolcular kadar heyecanlı ve ne tesadüf ki onlar gibi dokuz kişiydik.  İlk günü Gemile Adası açıklarında denizle hasret gidermekle geçirdik. Ertesi gün Gemiler plajından aracımızla Likya’nın önemli şehirlerinden Telmessos’u (Fethiye) ve Levissos’u (Kayaköy) gezmek üzere yola çıktık. Bugünkü Fethiye, antik Telmessos’un üzerinde yaşamaya devam ediyor. Likya bölgesinde antik dönemlerde meydana gelen yıkıcı depremlerin etkisiyle tahrip olan Telmessos’ta yaşam hep süregelmiş. Onarımlar ve Likya bölgesine gelen farklı halkların yerleşimleriyle şehirler zaman içinde değişmiş, kültürler iç içe girerken eskiye dair birçok izi yok etmiş, önemli bir kısmının üzerinde yaşamaya devam ederek bir kısmını da saklamış. Fethiye gibi eski çağlardan beri devam eden sürekli yerleşimlerin olduğu antik kentlerde arkeolojik kazı yapmak mümkün olmuyor. Bu yüzden bizim de Fethiye’de gezebildiğimiz alanlar kısıtlıydı.  Önceliği bizlere gece ve gündüz doyumsuz seyir zevki yaşatan bir tepeden antik Telmessos’un restorasyonu devam eden tiyatrosunu ve marinasını görmeye ayırdık. Fethiye şehir merkezinde görülebilecek diğer yer ise nekropolis alanıdır. Mezarlık ya da gerçek anlamıyla “ölüler şehri” olan nekropolde tüm Likya bölgesinde görebileceğimiz anıtsal kaya mezarları ve lahitler bulunuyor. Sadece Likya bölgesine özgü bir stili barındırdığı için dünya arkeoloji ve sanat tarihi literatürüne “Likya tipi kaya mezarlar ve lahitler” olarak girmiş ve artık Likya’nın günümüzdeki simgesi olmuş. Telmessos’un eski mezarlık alanı bugün merkez Fethiye’nin bir mahallesi artık. Kaya mezarlarının altındaki düzlük alanlarda bulunan lahitler bölgesinde evler ve bahçesinde lahit kalıntıları bulunan bir okul yer alıyor. Tüm Likya bölgesinde benzerlerini görebildiğimiz anıtsal kaya mezarların arasında en ünlüsü ve yakından görülebilecek olanı “Amyntas” kaya mezarına kadar çıktık.  Ayaklarımız altındaki Likya denizini ve Fethiye’yi seyrederken körfezi antik dönem tekneleriyle hayal ettik. Çok ziyaretçisi olmuştu buraların ve onlardan biri ünlü bir mimar ve arkeolog olan Fransız Charles Texier’di. Padişah fermanıyla gezen Texier bu gezilerini içeren çok önemli kitaplar yazarak çizdiği gravürlerle belgelemiş ve adını Amyntas (Amintas) kaya mezarının ulaşılması pek güç olan bir noktasına yazmıştır. Texier’den önce adını İon tapınağı görünümündeki mezarının üzerine yazdıran “Hermapias oğlu Amyntas”ın ismi ise ancak bilenin yerini gösterdiğinde dikkatlice bakılınca görülebilecek kadar silikleşmiş durumda. Kaya mezarı modern zamanlardan çok öncesinde soyulmuş olduğundan günümüze ulaşan herhangi bir kalıntısı yok.

LEVİSSOS  (GEMİLE ADASI)

Antik dönem ölü gömme geleneklerinden, denizci bir halk olan Likyalılardan konuşup şehir merkezine geçtik. Likya dönemine Karmylessos, Levissos, Bizans ve mübadeleye dek Levissi diye adlandırılan Kayaköy’e geçmeden teknemize erzak temin etmek gerekiyordu. Bunun için en ideal yer Fethiye’nin balık pazarıydı. Bir tarafını keçi peyniri, bal, zeytinyağı gibi ürünlerin satıldığı dükkânların, diğer tarafını meyhanelerin çevrelediği büyük bir avlusu var balık pazarının. Avlunun bir bölümünde manavlar bulunurken büyükçe bir kısmını meyhanelerin masaları ve ortalarında balıkçı tezgâhları kaplar. Elbette bu avlu da çınarsız ve günlük ağaçsız değil. Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşlarının sahip olduğu imkânların çok ötesinde karşılaştırılamayacak kadar konforlu bir durumdaydık. İstediğimiz her yerden her şeye kolayca ulaşabilecek olmanın verdiği rahatlık, kısıtlı imkânlarla hevesle çıkılan gezilerin tadından bir şey eksiltmedi. Eşyalarımız denk yapılmış, buz kalıplarımız bezlere sarılmış, uyuduğumuz alanlar perdeyle ayrılmış değildi. Ela teknesinin sunduğu rahatlığı olabildiğine kullanıyorduk. Süt ve deniz ürünlerimizi, sebze ve meyvemizi alarak Kayaköy’e yöneldik. Lozan Antlaşması’yla karar verilen mübadele gereği toplu göçle sakinlerinin Selanik’in yakınındaki bir köye yerleştirilen halkın yerine gelenler, onların bıraktıkları evlerde yaşamayı çeşitli nedenlerle tercih etmemiş, zamanla Muğla ve çevresine, İzmir gibi büyük şehirlere göç etmişler. Gidenler yerleştirildikleri Selanik yakınındaki köye Fethiye’nin Bizans ve Osmanlı dönemindeki ismini “Makri”yi vermişlerdi. Yaklaşık 100 yıldır boş olan evler çatısız, kapısız ve penceresiz bir halde duruyor. 5 bini aşkın nüfusu alabilmiş Kayaköy’ün kiliseleri, şapelleri ve sarnıçlarının varlığıyla zamanında ne denli kalabalık ve gelişmiş bir yerleşim yeri olduğundan, karşılıklı zorunlu göçlerin yarattığı travmatik sonuçlarından konuştuk. İlk günü denizcilere yakışır biçimde St. Nicholas (Noel Baba) Adası’nın kalıntılarını gezip adanın üst noktasındaki fenerin yanında en güzel gün batımlarından birini seyrederek bitirdik. Kayaköy’den tekneye ufak tefek hazırlıklar için dönmüş olmamıza rağmen yanımıza günü uğurlayacak şarabı almayı unutmak bir yana benim haricimde gruptan kimse ne telefonlarını ne de fotoğraf makinelerini almışlardı. Benim telefonumla yaptığım beceriksiz çekimlerin sonucu kalitesiz fotoğraflarla orayı hatırlayacaktık. Denizcilerin koruyucusu Poseidon, onların zora girdiği her an yanlarında olsun, azgın dalgaları ve fırtınaları dindirsin sakin bir seyir olsun diye vardı ne de olsa ve her denizci sefere çıkmadan Poseidon’a adaklar adardı. Gemile ya da üzerindeki kiliselerden dolayı denizcilerin Hristiyanlık sonrası verdiği isimle St. Nicholas Adası da antik dönem boyunca sığınılan korunaklı koylardan biriydi. Öyle ya çok tanrılı dönem bitmiş Hristiyanlık yayılmış ve denizcilerin yeni dinde kurtarıcıları Noel Baba olmuştu. Biz adayı gezerken zeytinlerin ve çamın yeşiline denizin mavisine boyandık. Deniz ise Homeros’un tabiriyle şaraba boyandı.

PATARA ANTİK KENTİ

Bir sonraki gün hedefimiz Kalkan’a ulaşmaktı. Seyir yönümüzde bulunan Kelebekler Vadisi ve Kabak Koyu’nda yüzecek, sonrasında Kalkan’da demir atacaktık. Kaptan Eren’in o gün denizin bu koylara yaklaşmamıza izin vermediğini söylemesiyle yaklaşık üç saatlik seyirle Kalkan Limanı’na girdik. Ertesi gün gezeceğimiz Likya’nın başkentlerinden Patara açıklarından geçerken iki sene sonra restorasyonu bitmesi planlanan deniz feneriyle meşgul vinçi ve uzun Patara kumsalını gördük. Likya’nın küçük yerleşimlerinden biri olan Kalkan, turizmin alabildiğine koşmasından önce küçük bir balıkçı kasabasıymış. Mendireğinin ardındaki küçük ve berrak plajı Kalkan üzerinden karayolu ile geçerken bile etkileyici. Batı Toroslar’ın sarp yamaçlarıyla şekillendirdiği, Fethiye-Antalya kıyı yolu boyunca kıvrımlar arasında karşınıza çıkıveren girintilerin benzer berraklığı ve beyaz kumları bir anda içine atlama hissi yaşatıyor. Coğrafya bu kıyılarda ince ve özenli çalışmış…

Artymnessos (Yukarı Tymnessos) sonrasında Kalamaki ve nihayet Kalkan, Tymnessos’un limanı olarak kullanılmış. Tymnessos Elmalı’dan Kalkan’a inen karayolu üzerinde Köybaşı mevkiinde bulunuyor. Kalkan’da antik yerleşime dair hiçbir kalıntı yok. Bir Orta Çağ şapeline ve geleneksel yakın dönem sivil mimarlık örneği evlere sahip. Her yeni güne gezeceğimiz yerlerin heyecanıyla başladık. Bugün bir öncekinden daha yoğun bir programı kapsıyordu. Likya’nın başkentlerinden Patara’yı, Tlos’u, Ksanthos’u ayrıca Letoon’u görmeye Kalkan’dan yola çıktık. Kara yoluyla Fethiye yönüne döndük. Kalkan’ı ardımızda bıraktıktan kısa bir süre sonra deniz görüş alanımızdan çıktı ama bu kez önümüzde bir sera denizi vardı. Burası Eşen Ovası ve günümüzden yaklaşık 2 bin 500 yıl öncesinde Pers komutanı Harphagos ve Ksanthoslular şimdi domates yetiştirilen seraların olduğu bu ovada karşı karşıya gelmişler Ksanthos’u yenilgiye uğratmışlardı. Ksanthos’u akşamüstü gezecektik. Gelemiş Köyü’ne saparak Patara Antik Kenti’ne ulaştık. 2020 Patara yılı ilan edilmişti. Son 20 yıldır Patara’yı bir daha görmemiş olanlar çok şaşıracaklar. Patara’yı ilk gezdiğim 1998 yılında görülebilen kalıntıları şehrin girişindeki zafer takı ve sırtını denize dönmüş 5 bin kişilik tiyatrosunun üstten üç beş sıra oturma alanıydı. Tüm akarsuların denize ulaştığı konumda kurulan liman kentlerinin taşınan alüvyonlarla limanlarının bataklığa dönüşmesi kaderini Patara da yaşamıştı. Bizans döneminde limanın işlevselliğini yitirmesi nedeniyle ekonomi kötüye gitmiş, zamanla terkedilmiş, depremlerle yıkılmış ve rüzgârların Patara kumsalından taşıdığı kumlarla kentin üzeri kapanmıştı. Devam eden arkeolojik çalışmalar Patara kumlarından koca bir kent çıkarmayı sürdürüyor. Patara’daki en önemli buluntulardan biri Likya Kentleri Yol Anıtı. Dünyanın en iyi 10 yürüyüş rotasından biri olan Antik Likya Yolu’nu hepimiz biliriz. Fethiye’den Antalya’ya (Kaunos’tan Attaleia’ya) 535 km boyunca kıyılarda, ovalarda ve dağlık alanlarda kurulmuş olan Likya birliğine bağlı 53 kent yerleşimi batı, kuzey ve doğu yönünde ilerleyen ana yollarla tali yolları birbirine bağlayan Likya yol ağını anlatır. Bu yazıt aslında başkent Patara’ya konmuş bir yol haritası gibidir. Kentlerin isimleri ve mesafeleri Roma hesabına göre yazılmıştır. Aslında karayolu tabelası da diyebileceğimiz bu yazıt günümüze dek kentlerin isimleri ve yerleri hakkında net bilgiler edinilmesini sağlamıştır. Yazıt geçici olarak Antalya Arkeoloji Müzesi’nde bulunuyor.

TLOS, KSANTHOS VE LETOON

Patara’dan ayrılıp Saklıkent Kanyonu’nun bulunduğu Akdağlar’ın yamaçlarına tırmanmaya başladık. Soğuk suların aktığı restoranlardan birinde öğle yemeği molası vermeye giderken Likya’nın başkentlerinden biri olmuş Tlos’un içinden geçtik. Tlos’un tiyatrosunu görüp hamam yakınlarındaki stadiumuna geçtiğimizde aynı zamanda bir spor kenti olan Tlos’u ve antik dönem olimpiyat oyunlarını, hipodromlarda yapılan yarışlarından söz ederken konu elbette olimpiyat ateşi geleneğine ve Formula yarışlarına dek uzadı. Daha gezilecek Ksanthos ve Letoon vardı. İşte bir başkente daha ulaşmıştık; Ksanthos. Dikenlerin kapladığı tapınak alanına giremeyip tiyatrosunu, dikme mezar anıtlarını ve agorasında bulunan Likçe dilinde yazıtlı anıtını gördük. Yazıttaki Likçe harfler o kadar tanıdık ki bu 29 harfin birçoğu Latin alfabesinde, üçü ise Grekçede kullanılıyor. Ksanthos kaderini değiştiren iki önemli savaşı Pers ve Roma imparatorluklarına karşı vermiş fakat başarılı olamamıştı. Burada sohbetimizi Anadolu’dan kaçırılan tarihi eserlere, kaçırılma öykülerine, sergilendikleri müzelere ve kaçırılanlara kıyaslanamayacak ölçüde az olan geri alabildiklerimize ayırırken kahraman Ksanthoslu Sarpedon’u da anmalıydık. Anadolulu Troyalıların Yunanlara karşı yaptıkları savaşa destek vermek üzere Likya denizinden açılıp Troya’ya ulaşan Sarpedon gördüğü yılgınlık karşısında Hector’a: “Ben ta uzaktan geldim, anaforlu Ksanthos’tan, uzak Likya’dan. Karımı çocuğumu koydum orada, yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk koydum. Savaşa sürüyorum Likyalıları yine de. Kendim de en öndeyim; işte bak!” dediğini İzmirli kör ozan Homeros’un kurgulayıp yazıya geçirdiği İlyada ve Odysseia destanlarından duyarız. Troya Savaşı’nda ölmüştür Sarpedon, “Kara kanlarından temizleyin bedenini, en güzel kokuları sürüp giydirin kahraman Sarpedon’u ve ülkesi Likya’ya ulaştırın” der Troya Kralı Priamos. Ne ayrıcalıklı mavi yolculuklar yapmışlardı Eyüboğlu kardeşler, Sabahattin Ali, Necati Cumali, Mina Urgan ve daha birçoğu. Hepsinin meziyeti farklı birbirlerine kattıkları eşsizdi. Onlar bunun gibi destanları, savaşları, kahramanlıkları, yenilgileri Cevat Şakir’in, Azra Erhat’ın dilinden dinlemişlerdi… Günü Letoon’da bitirmeye doğru Ksanthos’tan ayrıldık. Patara ve Ksanthos arasında bir yerleşim yeri değil tapınak alanıydı Letoon. Üçlü tanrıların Leto, Apollon ve Artemis’in tapınaklarının bulunduğu Letoon, Likya’nın bir nevi hac merkeziydi. Tapınak kalıntıları haricinde en görkemli yapısı Helenistik Dönem tiyatrosu oldukça sağlam bir şekilde durur.

ANTİPHELLOS (KAŞ)

Sonraki gün seyrimiz kısa mesafeydi. Kalkan’dan Kaş’a geçmek için aceleci davranmadık. Kaş Limanı’na girmeden önce Çukurbağ Yarımadası’nın Meis Adası’na bakan yönünde demirledik. Antiphellos’un tiyatrosunu da görebildiğimiz bu yerde biraz miskinlik işimize geldi. Akşamüstü Kaş’ın limanındaydık. Antiphellos, Kaş’ın Lykia dönemindeki ismi. Kalkan gibi o da bir kentin ticaret limanı. Bu kent, karayolu ile Kaş’tan Antalya yönünde dağlık Likya şehri Phellos. Phellos “dağlık/kayalık” anlamındayken kıyıdaki liman yerleşimine ise “kayalık olmayan” anlamındaki Antiphellos demişler. Güneş yavaş yavaş aşağı inerken Çukurbağ Yarımadası’na yürümeye başladık. Türkiye turizminin kitlesel katliamından henüz çok yara almamış Kaş’ta tiyatroya doğru yürürken neler gelmedi ki aklımıza… Ağaçlara sarılıp tek vücut olmuş, restoranların, evlerin, otellerin bahçelerini sarmış, binalar boyunca tırmanıp birden kendini bırakmış çiçek açmaya doymayan begonvillerin Türkiye’deki bir diğer ismi Halikarnas Balıkçısı olmalıdır. Milas’tan Bodrum’a Halikarnas’ın Balıkçısı olmaya Mavi Sürgün’üne yürüyerek giderken yolda gördüğü ne çok çiçeği saymıştı. Çok sonraları yemin etmişti “Bükleri, Knidosları, Datçaları, Gökovaları daha da cennet yapmazsam adam değilim!” diye. Bu kıyıların mavisinin yanına begonvilin renklerini Balıkçı getirmişti. Tiyatroya giderken başımıza dökülen begonviller sanki bu akşam bir galanın konfetileriydi. Oturduk, akşam çöktü ışıklar yandı. Her birimiz en az 1500 yıl öncesinden biriydik artık. Gösteri vardı tiyatroda. Keman sanatçıları Elif ve Pelin ile viyolonsel sanatçısı Gökhan bu akşam sahnedeki müzisyenlerdi. Ben ve çocuklar sıradan Antiphelloslulardık. Bu gezileri “Mavi Yolculuk Defterleri”ne resimlerle şiirlerle kaydeden Bedri Rahmi Eyüboğlu ve “Mavi Yolculuk” adını verdiği kitaplarında anlatan Azra Erhat Anadolu tanrıları gibiydi. Eserleriyle onlar da bu kıyıların eski güzelim bakirliğine ölümsüzlüğü bağışlamışlardı.

DOLİCHİSTE (KEKOVA), SİMENA (KALEKÖY)

Kaş’tan ayrılıp doğuya, Kekova bölgesine yola çıktık. Salgın nedeniyle geçemediğimiz için üzüldüğümüz Meis’e yakın bir yerde yüzme molası verdik. Megiste (Meis) Likya’nın ada yerleşimlerimden biri ve bugün 2.1 km mesafeyle Türkiye’ye en yakın Yunan Adası. Rodos Şövalyeleri’nin kızıl renkli kayaları yüzünden Kastellorizo dedikleri Meis’in yakın tarihiyle ilgili 1992 yılında En İyi Yabancı Film Oscarı’nı almış “Mediterraneo” filminin çekimi de adada yapılmıştı. Turizmin en yoğun günlerinde dahi bize sakinliği yaşatan Kekova bölgesine ulaştık. Üzerinde Aperlai kentinin bulunduğu Sıçak Yarımadası’nın oluşturduğu kıstaktan girdik. İlerde kuzeyde bulunan Üçağız ve Simena’nın önünde bir set gibi uzanan Kekova Adası burayı adeta bir iç deniz haline getirmiş. Jeomorfolojik özellikleri ve geçirdiği şiddetli depremlerin etkisiyle buradaki küçük liman şehirlerinin kıyı yerleşimleri birkaç metre su altına çökmüş. Bugün tamamına Kekova Batık Kent dediğimiz yerde Likya’nın liman kentlerinin kalıntıları var; Kekova (Dolichiste), Üçağız (Teimiusa), Kaleköy (Simena) ve Aperlai şehirlerinin deniz altına çökmüş mendirek, hamam, liman yapıları burayı eşsiz kılmıştır. Simena Adası önünde demirledik. Kalesi, yamaçlarındaki kaya mezarlar arasında evleri, pansiyon ve restoranları, kıyısındaki yapı kalıntılarıyla Simena nadide bir mücevher gibi karşımızdaydı. İlk iş denizdeki lahidin yanına gidip yüzmek oldu. Gün batmadan kaleye doğru yokuş yukarı yürüdük. Antik yapılar üzerine kurulmuş kimi pansiyona, kimi restorana dönüştürülmüş evlerin arasındaki dar sokaklarından çıkarken ufak bir kayboluşla aynı yoldan dönemeyeceğimizi biliyordum. Öyle de oldu. Çiftçinin tarlasına eteğindeki tohumları avuçlayıp serptiği gibi, zeytinlerin, makilerin, keçiboynuzu ağaçlarının arasında saçılı duran lahitler buradan çok sevimli görünüyorlardı. Ay, Simena ve Kekova Adası arasındaki boğazın üzerinde yükselmiş kendisiyle yarışan binlerce yıldızla birlikte ışıklarını akıtıyordu.

MYRA ANTİK KENTİ VE ANDRİAKE

Sabah olabildiğince erken hareket edip gece yıldızların ışıklarıyla yıkadığı boğazdan geçerek Çayağzı (Andriake) limanına vardık. Bugün gezimizin son günüydü. Demre’ye geçip önce St. Nicholas (Noel Baba) Kilisesi’ni, Myra Antik Kenti’ni ve limanı olan Andriake’yı gezdik. Myra, Likya birliğinin başkentliğini yapmış bir başka kent. Antik dönemde Myros, bugün Demre Çayı adıyla bildiğimiz çayın taşıdığı alüvyonlar nedeniyle kentten geriye kalanların çok büyük bir kısmı 4-9 m arasında değişen alüvyon dolgu altında. Kalıntılar sadece bu alüvyon dolgunun değil aynı zamanda günümüz yapılarının altındalar. Noel Baba Kilisesi ise o günlerde olduğu gibi bugün de şehrin içinde. Kudüs’te doğan Hristiyanlık tüm dünyaya Anadolu’dan yayıldı. Myra yükselişte olan Hristiyanlığın önemli piskoposluklarından ve St. Nicholas nedeniyle de hac noktalarından biri olup çok güçlenmişti. Myra hem Hristiyanlığın hem de deniz ticaretinin önemli bir merkeziydi. Patara’da zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak doğan Nicholas teoloji eğitimi alıp Myra’ya yerleşmiş ve burada ölmüştü. Myra’ya ticaret için gelen gemiciler, Kudüs’e hacı olmaya gidenler bu kiliseye mutlak uğrarlardı. Dualar eder, adaklar adar ve belki de kentin adının kaynağı olan Mür yağıyla tekrar kutsanırlardı… Piskoposluk yaptığı kilisede lahit içine saygın bir dini lider olarak defnedilen St. Nicholas ilginç bir hikâyeyle modern dünyanın Noel Babası olacaktı. Çok tanrılı dinlerden semavi dinlere geçişin mimari özelliklerini ve manevi etkilerini, fresklerin anlattıklarını konuşup Myra Antik Kenti’ne geçtik. Aslında kentin içindeydik fakat arkeolojik kazılarla çıkarılabilmiş olan tiyatrosunu ve kaya mezarlarını görmek üzere birkaç km yol aldık. Antik kentin isminin okunuşu Latince telaffuzla “Müra”dır. İsim kökeni belirsiz olmakla birlikte (Likya dilinde Muri olarak Ksanthos’taki Likçe yazıtta geçen kent olma olasılığı çok yüksek) anlamı mür yağının üretildiği mersin bitkisinden (Commiphora myrrha) geliyor olmalıdır der bilim adamları. Myra tiyatrosu ve kaya mezarları yan yana. 11 bin kişilik tiyatronun dışında sergilenen, sahne binasının iç ve dış süslemelerinde kullanılan değişik maskların olduğu kalıntılar Myra’nın logosu gibidir. Aslında o dönem her tiyatronun süslemesinde kullanılan değişik yüz ifadelerine sahip bu masklar tragedyanın, komedyanın ve dramın yüzleriymiş. Bugün gülen ve ağlayan haliyle tiyatronun simgesi olmuşlar. Mavi yolculukla antik limanlar ve şehirlerin son noktası Myra’nın liman yerleşimi olan Andriake ve içindeki Likya Uygarlıkları Müzesi’ni gezmek üzere Çayağzı limanına döndük. Denize akan çayın her iki yanına kurulmuş olan liman yerleşimi, sıcak ve soğuk kükürtlü sularıyla aynı zamanda termal bir alanmış. Bugün de termal doğal açık havuzların bulunduğu rağbet gören bir yer. Myra, Patara ile birlikte Roma’ya buğday nakliyatının yapıldığı önemli bir kentti. Andriake limanının bir diğer önemli ticari ürünü erguvan renkli boya maddesiydi. Dış ticaretin yapıldığı çok önemli ve büyük bir liman olduğu agorasından, gümrük binalarından, yazıtlarından, hamam ve ibadethanelerinden anlaşılır. Limanda bulunan Roma dönemi tahıl deposu Granarium, restore edilip Likya Uygarlıkları Müzesi olarak 2016’da açıldı. Zamanın deniz ticareti ve denizcilik teknolojisinin tarihiyle ilgili bilgiler sunacak şekilde düzenlenmiş müzenin dış bölümüne bir antik dönem ticaret teknesinin replikası yerleştirilmiş. Gümrük binalarının önünde çayın kıyısında duran bu tekne, yükünü indirmek üzere yanaşmış tüccarla bizleri buluşturur. Teknenin altına inip amforaları saymayı ihmal etmedik. Artık herkes kendi teknesine dönebilirdi.

Biz de öyle yaptık ve Kekova’ya dönüp Sıçak Yarımadası iskelesinde Aperlai kentinin arkasında demir attık. Salaş bir restoranda mükellef bir akşam yemeği ıssızlığın ortasında bizi bekliyordu. “Ela teknesiyle Lykia’nın antik limanları ve şehirleri” adını verdiğimiz mavi yolculuğumuzun son akşam yemeğini yerken başka gezi planlarımızı konuştuk. Bu gezimizde ilk mavi yolculara kısmet olmayandan fazlasını gördük. Ülkemizde son yıllarda yapılan yoğun ve başarılı arkeolojik kazılar ve çalışmalar toprağın ve denizin altından birçok bilgiyi kucağımıza vermiş, toprak altında olduğu için onların göremediği kentleri dünya gözüyle görebilmiştik.

Main road. (king’sroad).

Gemiler Adası is an island located off the coast of Turkey near the city of Fethiye. On the island are the remains of several churches built between the fourth and sixth centuries AD, along with a variety of associated buildings. Archaeologists believe it was the location of the original tomb of Saint Nicholas. A view from the ruins on island.

Telmessos, Ancient, Ancient city, Boat, Mountain, Overcast, Cloudy sky, Fethiye, Mugla, Turkey, Nature, Theater

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Time limit is exhausted. Please reload CAPTCHA.