Savaş, hele başka sorunları örtmek için başvuruluyorsa, cinayettir.
Ben bu satırları yazarken, sismik1 araştırma gemisi Oruç Reis Akdeniz’e açılmış; Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait firkateynler Meis Adası’nın karşısında, Limanağzı Koyu’na demirlemiş; Yunan firkateyni Meis Limanı’nda sıkışmış; Meis üzerinde Türk Hava Kuvvetleri’ne ait Atak2 helikopterleri uçuyor; Yunanistan’dan, “jetlerimiz havalanmaya hazır” açıklamaları geliyor ve hatta Türk firkateynleri ile Yunan firkateyni arasında denizde “it dalaşı” gerçekleşiyordu. Kısacası, savaş tamtamları tam bir savaş senaryosunu haber verir gibiydi. Peki, tam olarak ne ve neden oluyordu? Bu yazıyı okuyacak olanlar için, ancak uzmanlarının bilebileceği ve yine ancak onların işine yarayacak bir alay ayrıntıyı bir tarafa bırakarak, III. Deniz Hukuku Konferansı’na3 katıldığım yıllarda hazırladığım bir raporu, herkes için anlaşılır bulup, beğenen bir büyükelçinin (konferans heyetimizin de başkanı idi) öğüdüne uyarak, en yalın haliyle anlatmaya çalışacağım.
EGE’DE “CASUS BELLİ”
Konumuz açısından bizi ilgilendiren deniz hukuku kavramları, “Karasuları (Territorial Waters)” ile “Kıta Sahanlığı (Continental Shelf)” ve “Münhasır Ekonomik Bölge (Exclusive Ecomic Zone)”dir. Hukuken bir devletin ülkesi sayılan karasularında o ülkenin tam hükümranlığı ve yasaları geçerlidir. Herhalde sağır sultan bile duymuştur: Yunanistan’ın Ege’de 6 mil olan karasularını 12 mile çıkarması, Türkiye açısından “Casus Belli” yani “Savaş Nedeni”dir.
Doğusunda Türkiye, batısında Yunanistan bulunan Ege Denizi yüzlerce ada, adacık ve kayalıkla doludur. Bunların bir bölümü Anadolu kıyılarının burnunun dibindedir. Örneğin son günlerde herkesin dilinde olan Meis (Castellorizo) Adası, Türkiye kıyılarından (Kaş) ancak yaklaşık 1mil uzaklıktadır. Yine bu adaların, adacık ve kayalıkların bir bölümü Yunanistan ana karasının dibindedir. Eğriboz Adası gibi. Sporadlar ve Kiklad Adaları ise her iki ülke anakaralarının ortasında kalır. Bu adaların, adacıkların ve kayalıkların bir bölümü antlaşmalarla Türkiye’ye, bir bölümü Yunanistan’a bırakılmış, kalanların aidiyeti ise Türkiye ile Yunanistan arasında görüşmeler yoluyla belirlenmeyi beklemektedir.
Kayalıkların değilse bile bütün adaların, adacıkların karasuyu hakkı vardır. Ege Denizi’nde halen iki ülkenin de kabul edilmiş karasuyu genişliği, 6 mildir. Bu kıstas uygulandığında Ege Denizi’nin yüzde 28’i Türkiye’ye, yüzde 35’i Yunanistan’a aittir. Kalanı uluslararası sulardır. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması halinde ise Ege Denizi’nin yaklaşık üçte ikisi Yunanistan’a ait olacaktır. Haritaya şöyle bir göz atıldığında, bu durumda Türkiye’nin neredeyse hiçbir noktada, Yunanistan karasularından geçmeden Ege Denizi’ne çıkamayacağı görülebilir. Her ne kadar karasularından savaş gemilerinin bile “zararsız geçiş hakkı” varsa da ilgili ülkenin bu hakkın kullanılmasını çeşitli nedenlerle sınırlandırma yetkisi de vardır. Ek olarak, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkarması halinde, görüşülecek kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge de neredeyse kalmayacaktır. Türkiye’nin yıllar önce, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 mile çıkarmasını “savaş nedeni” sayacağını ilan etmesinin nedeni bu vazgeçilemez, yaşamsal ülke çıkarıdır. Bu uyarı yerinde ve haklıdır.
ADI BİLE “KITA SAHANLIĞI”
Bazen bir isim, konuyu başka söze gerek kalmayacak açıklıkta anlatır. Kıta sahanlığı da böyle bir isimdir. Kıta yani anakara olacak ki sahanlığı olsun çünkü kıta sahanlığı bir anakaranın-kıtanın deniz altında devam eden uzantısıdır. Genişliği sabit değildir; denizin birden derinleştiği, artık kıta sahanlığı kaynaklarının işletilemeyeceği bir derinliğin başladığı noktaya kadardır. Ait oldukları ülkeler bu sahanlık üzerinde ve altında, örneğin petrol ve doğal gaz çıkarılması; boru hatları döşenmesi vb. çeşitli haklara sahiptirler.
Bir ülkenin kıta sahanlığı üzerinde başka ülkelere ait adaların, adacıkların veya kayalıkların bulunması, kıta sahanlığının esas aidiyetini ilke olarak etkilemez. Ancak böyle oluşumlara, karasularına ek olarak, belli ölçülerde kıta sahanlığı hakkı tanınabilir. Bu, ilgili ülkeler arasında yapılacak anlaşmaya bağlıdır. Böyle anlaşmalar vardır ve bunlara her geçen gün yenileri eklenmektedir. Özellikle Ege gibi, bir ülkenin (Türkiye) kıta sahanlığı üzerinde, diğer bir ülkeye ait çok sayıda ada olan, “Özel Koşullara4” sahip “Yarı kapalı denizlerde5” adaların, adacıkların ve kayalıkların kıta sahanlığı hakları, tek taraflı tasarruflarla değil ancak ilgili ülkeler arasında görüşmelerle belirlenebilir.
MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE
Kıta sahanlığının aksine Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), sadece deniz alanlarını tanımlayan bir ifadedir. Deniz hukuku açısından genişliği en çok 200 mil olabilir. Kıyı ülkesinin MEB üzerinde, başta canlı kaynaklar ve balıkçılık olmak üzere, sadece onun kullanabileceği (münhasır) ekonomik hakları vardır. Bir ülkenin MEB’i üzerinde başka ülkelere ait ada, adacık ve kayalıkların bulunması, bu oluşumlara otomatik olarak MEB hakkı tanımaz. Kısmi bir hak tanınacaksa, bu da yine ancak ilgili ülkeler arasında görüşmeler yoluyla belirlenebilir.
Son olarak, bütün bu konularda çıkabilecek anlaşmazlıklar, öncelikle ilgili ülkeler arasında görüşmelerle çözülmeye çalışılmak, üzerinde anlaşmaya varılamayan noktalar kaldığı takdirde bunların, yine anlaşılarak hazırlanacak bir tahkimname ile uluslararası yargıya, örneğin Lahey’de bulunan Uluslararası Adalet Divanı’na veya tahkime/hakemliğe götürülmesi, yerleşik uluslararası yöntem ve uygulamadır. Birçok halde ilgili ülkeler anlaşmayı kamuoylarına daha kolay kabul ettirebilmek için görüşmelerle vardıkları çözümü Adalet Divanı’na götürerek, sanki orada çözülmüş gibi tescil ettirirler. Bu bölümü kapatmadan önce, adaların, adacıkların ve kayalıkların kıta sahanlığı ve MEB hakları sınırlı hatta bazı hallerde hiç yokken, ada devletlerinin her iki bölge üzerindeki hakları, mutlak ve tamdır. Bu husus, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Adası açısından özellikle önemlidir.
TÜRKİYE İLE YUNANİSTAN NEYİ PAYLAŞAMIYORLAR?
Türkiye ile Yunanistan arasında özellikle 1970’li yıllardan beri devam eden Ege, şimdi de Doğu Akdeniz anlaşmazlığı Yunanistan’ın, Anadolu Yarımadası’nın kıta sahanlığı üzerinde bulunan adalarının, bunların her biri bir anakara veya ada devletiymişcesine, tam kıta sahanlığı ve MEB hakları bulunduğunu ileri sürmesinden ve bu konuları Türkiye ile görüşmeye yanaşmamasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, Yunanistan, çok bilinen bir tekerleme ile ”Bana göre benim olan benimdir. Gel seninkinden bana ne düşüyor onu konuşalım” demektedir. Daha da sıkıştığında, yargıçları bir biçimde etkileyebileceğini düşünerek -ki bu yargıçlar etkilere açıktırlar- “konuyu hiç görüşmeden Adalet Divanı’na götürelim” diyerek kestirip atmaktadır. Yunanistan bu tutumunu, her zaman bir şekilde arkasına alabileceğini düşündüğü üçüncü ülkelere veya AB gibi, üyesi bulunduğu ülke gruplarına güvenerek almakta ve sürdürmektedir.
Türkiye ile Yunanistan yakın geçmişte, önce 1970’li yıllarda, 1976 Bern Mutabakatı ve Moratoryumu ile sonuçlanan, Türkiye’nin Sismik I araştırma gemisini kendi kıta sahanlığı olarak gördüğü bölgelere gönderdiğinde yaşanan Ege bunalımında; 1980’li yıllarda ise, Taşoz Adası etrafında petrol aramaya kalkan Yunanistan’a engel olduğunda savaşın eşiğine kadar gelmişlerdi. Her iki bunalımda da Türkiye’nin o zamanki siyasi, askeri ve ekonomik gücü ve gerek NATO gerek AB nezdindeki ağırlığı nedeniyle Yunanistan diğer ülkelerden beklediği desteği bulamamış ve geri adım atmak zorunda kalmıştı.
BUGÜN DURUM NEDİR?
Yunanistan yıllardır silahsızlandırılmak kaydıyla kendisine bırakılmış, 1923 Lozan Antlaşması’nda isim isim sayılmış 12 Adalar’ı silahlandırmaktadır. Türkiye bu gelişmeye zamanında gerekli ve yeterli tepkiyi göstermemiş, halen de göstermemektedir. Yunanistan bununla da yetinmemiş, Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye’ye ait olan, örneğin Didim karşısındaki Eşek ve Bulamaç adalarına el koymuş ve silahlandırmıştır. Türkiye bu gelişmeye de ses çıkarmamıştır. Bundan cesaret alan Yunanistan, özellikle 2005 yılından bu yana, Ege Denizi’nde aidiyeti anlaşmalarla belirlenmemiş, dolayısıyla Lozan Antlaşması gereğince aidiyeti Türkiye ile Yunanistan arasında görüşmelerle belirlenmesi gereken, 10’dan fazla adaya ve adacığa da el koymuştur. Türkiye bu konuyu da Yunanistan nezdinde olsun bir girişim konusu yapmamıştır. Özellikle bu son gelişmenin, Türkiye-AB Müzakere Çerçeve Belgesi’nin imza tarihinden sonra hız kazanması ve Türkiye’nin içte ve dışta dikkat çeken ısrarlı sessizliği, AB ile bu konuda bir pazarlık yapılmış olabileceğini de düşündürmektedir.
Türkiye’nin, uzmanların bütün uyarılarına karşın, “Komşularla Sıfır Sorun” politikası çerçevesinde Yunanistan ile “sorun çıkarmamak” politikası, bu ülkeyi giderek daha mütecaviz davranmak yönünde cesaretlendirmiştir. İzlenen bir dış politikanın amacına ulaşması, ülke çıkarlarının her aşamada ve o günün koşulların uygun olarak gündeme getirilmesi ve savunulması ile olanaklıdır. Bu yapılmadığı takdirde, karşı tarafa hep daha fazlasını istemek için cesaret verilmiş olur. Sonunda öyle bir noktaya gelinir ki, ulusal çıkarlar artık oradan daha geriye gidilmesine izin vermez. O aşamada gösterilecek tepki de başlangıçtakinden daha sert olmak zorunda olacağı ve karşı taraf sürekli almaya alışmış olduğu için savaş gündeme gelebilir. Türkiye’nin bugün Doğu Akdeniz’de ve Ege’de karşılaştığı durum tam da budur. Zamanında hangi nedenle olursa olsun gösterilmeyen tepkiler, atılmayan adımlar bugün bizi, Doğu Akdeniz’e ve Güney Ege’ye, savaş gemilerimizin korumasında, sismik araştırma gemisi göndermek zorunda bırakmıştır. Üstelik bunu, ne yazık ki Türkiye’nin ekonomik ve askeri bakımdan hiç de eski gücüne sahip olmadığı; dış dünyada ise doğrudan ilgili ülkelerle (örneğin ABD, Mısır, Suriye, İsrail) ya çok kötü ilişkiler içinde olduğumuz ya da bizi destekleyen hemen hiçbir ülkenin olmadığı hatta üyesi olduğumuz veya belli bir bağlantı içinde olduğumuz uluslararası kuruluşların (NATO, AB) bizim yanımızda olmak şöyle dursun Yunanistan’dan yana açıkça tavır aldıkları bir dönemde yapmak zorunda kaldık. Bu iyi değildir, tehlikelidir.
Ege’de ve Doğu Akdeniz’de haklarımızı koruyabilmemiz için, Yunanistan’ı görüşme masasına oturtacak biçimde, her aşaması iyi düşünülmüş bir strateji ve buna uygun, zamanlı ve orantılı taktik adımları öngören bir politika izlemeliyiz. Bu stratejinin önemli unsurlarından biri belki de önde geleni, Doğu Akdeniz’de deniz alanları ve kıta sahanlığı üzerinde hakkı olan Mısır, Suriye ve İsrail gibi ülkelerle ilişkilerimizi düzeltmek; ABD hatta AB ile ilişkilerimizi rayına oturtarak, ortaklarımızın ve müttefiklerimizin sayısını artırmaktır. Son 18 yıldır izlenen dış politika terk edildiği ve dış politika ehil ellere bırakıldığı takdirde, Türkiye’nin bunu yapabilecek ağırlığı, gücü ve yeteneği hâlâ vardır. Savaş, hele başka sorunları örtmek için başvuruluyorsa, cinayettir. ☸