Ocak ayının sonları. Bu yazıyı bir restoranın Saint Julian Koyu’na bakan terasında, kırmızı şarap eşliğinde yazıyorum. Bisikletimle buraya gelirken koyda yüzen birisi vardı. Parklar, kafeler dolu. Kimisi tişörtle dolaşıyor.
Soğuk zamanları da olmadı değil. Önümüzdeki zamanlarda da olacak. Ama çok soğuk değil, bilemediniz birkaç derece daha az.
Ada. Dört bir yanı hep ihtiyaç duyduğum tertemiz deniz. Her yer neredeyse yürüyerek ya da bisikletle ulaşabileceğim mesafede. Kimsenin acelesi yok.
Yüzlerce yıllık sokaklarda dolaşabiliyorsunuz. Bir şehirden diğerine yürüyerek, en uzaktakine bir çeşit belediye otobüsüyle gidebiliyorsunuz.
Çok güvenli. Neredeyse suç işlenmiyor. Ölümlü bir trafik kazası, günlerce ülkenin en önemli konusu olarak gazetelerin manşetinden inmedi.
Akdeniz’in ortasında. Halkında Akdenizli sıcakkanlılığı. Buraya acelesiz yaklaşık iki ayda ulaştık. Yol boyunca yeni yemekler tadıp yeni malzemeler tanıdım. Bir tarafı Sicilya, bir tarafı Tunus. Fırsat buldukça yemek ve malzeme avına gidebiliyorum.
Her şey güllük gülistanlık değil tabii. Yerel mutfakta pek iş yok. Restoranların çoğunda da. En geleneksel yemekleri tavşan, onu bile doğru düzgün yapamıyorlar. Dört bir yanı deniz, doğru dürüst yenecek balık yok. Neyse ki kabuklular fena değil. Şarapları da. Bir de gerçek bahçe rokası bulabiliyorum. Laf aramızda, Malta’da en lezzetli yemeği Arif’in (Önder) teknesi Megalodon ile bizim Adventure’da yiyoruz desek yeridir. Bu kadar kusur da olsun.
Neden mi Malta? Neden olmasın! Devamı Şubat 2015 sayımızda…