Günlerdir yollardayız. Ege kazan, biz 60 metre megayatımızla kepçe, neredeyse bütün Yunan Adaları’na girip çıkıyoruz. Megayat hayatı da böyle işte…
Atina’dan başladık yolumuza, şu an Rodos’tayız… Bu kez head chef’i olduğum tekne 60 metre bir bebek… Bebek ama ‘cool’ bir bebek çünkü metalik gri ve siyah ağırlıklı tasarımı ile Megayat Silver Fast’e benzer bir klasa sahip. Hepimiz de simsiyah crew kostümlerimiz ve kulaklıklı telsizlerimizle ‘super cool’uz ve tabiri caizse Bond kızlarını aratmıyoruz. Problem şu ki, gizlilik sözleşmelerimiz gereği içinde çalıştığım teknenin ismini veremiyorum. Yunanistan hapishanelerinde çürümemi istemiyorsanız tekne ile ilgili daha fazla detay sormayın.
Peki, yediğimiz içtiğimiz bize kalmasın ama yine de gördüklerimizi anlatalım dersek, Atina sonrası ilk durağımız Skiathos Adası’ydı. Senelerce Yunan Adaları’nı tavaf ettim, en popüler adalar Mikonos ve Santorini’de aylar geçirdim ama hiç kuzey Yunan Adaları ve ülkemize yakın olanlara uğrama şansım olmamıştı. Skiathos’tan söz edersek, meğerse bu da popüler bir adaymış da benim haberim yokmuş. Popülerliği popüler olmayışından geliyor. Ne demek bu? Yani Abramovic gibi hem gizlilik hem de keyif isteyen ünlü isimler, turistlerin ya da cruise gemilerinin pek uğramadığı kuzey adalarına teşrif ediyorlarmış. Bizim de yaptığımız gibi.
Benim bu adalarda keşfettiğim ise hoş bir sakinlik ve doğa. Diğer Yunan Adaları’ndaki çoraklık buralarda yok. Güzelim Marmaris kıyıları gibi yemyeşil ve tertemiz… Sonraki durağımız Çeşme’nin kardeşi Sakız Adası, bir sonraki ise Patmos’tu. Hepiniz biliyorsunuz, geçen sayıda keyifle söz ettiğim ada Patmos. Bence en tatlı Yunan adalarından biri… Patmos sonrası yolumuza aşağı doğru devam edip Kos’a vardık. Hani o da Bodrum’un kardeşi. Açıkçası Kos’un görmeye değer hiçbir yanı olduğunu söyleyemem. Son derece zevksiz Yunan adalarından biri. Kısacası, Kos’a gideceğine, hemen yakınındaki bir başka komşu Simi’ye gitmenin çok daha keyifli olduğunu söyleyebilirim. Biz de öyle yaptık zaten.
Simi’ye ilk gidişim 2001 yılıydı. Yıllar ne çabuk geçiyor. Ancak ilk gittiğim Yunan adasının Simi oluşuna memnunum. Kutu gibi renkli evleri ile hâlâ bozulmamış bir huzura ve güzelliğe sahip. Akşam teknede verdiğim yemek 23.00’te bittiği için yorgunluktan kıyıya çıkamadım ama eminim ki 2001’de aldığım keyfin aynısını bulabilirdim. Berrak koylar, Kilise’ye tırmanışımız ve her Türk tekne sahibinin uğrak yeri olan restoran Manos’ta yediğim ahtapotların ve karideslerin tadı hâlâ damağımda.
Şu an bu yazıyı yazarken ise Rodos’tayım. Şövalye Adası… Gerçekten de elini sallasan şövalyeye çarpıyor demek isterdim ama şövalyelerin cirit attığı kalenin içinde şu an turistleri eğlendiren bir çok dükkân ve restoran açılmış durumda. İnsan bir yandan da düşünmeden edemiyor, o demirden şövalye kıyafetleriyle başka yer mi kalmamış da havanın 40 derece olduğu bu adaya çökmüşler anlamak mümkün değil. Şakası bir yana, kale içi gerçekten etkileyici. Tapınak şövalyelerinin inşa ettiği kale, çok iyi korunmuş duvarları ile sizi içine alıyor. Zaten bu güzelliği ile UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmış. Kale içinde bütün gününüzü keyifli hale getirecek birçok hediyelik eşya dükkânı ve bahçe içlerinde konuşlanmış tatlı restoranlar var. Basit ve lezzetli Yunan mutfağı, özellikle deniz ürünlerinin tazeliği insanın damağını okşuyor. Ben çok keyif aldım. Siz de Bodrum’dan bir buçuk saatlik bir feribot yolculuğuyla bu büyük Yunan adasını kolayca ziyaret edebilirsiniz. Sonraki durağımız Santorini olacak. Eylül sayısında şövalyelerin adasından çıkıyoruz, Ekim sayısında vampirlerin adası Santorini’de buluşalım. Hiç duymamıştınız değil mi? Evet, Santorini aslında sadece patlamış bir yanardağ değil, aynı zamanda vampirlerin sürgün adasıydı. O yüzden Santorini’ye yolunuz düşerse, Ekim sayısındaki yazımı okumadan geçmeyin ve dünyanın en güzel gün batımlarından birini izleyip içkinizi yudumlarken yanınıza oturan vampire dikkat edin! ☸