Hepsi hepsi 16 yıllık bir zaman dilimi. Çeyrek asır bile değil. Ama ışık hızında bir dönüşüm yaşıyoruz. Kıyılarda evler yapılıyor. Ormanlar kül oluyor. Deniz her yıl kirleniyor. Yerli balıklar azalıyor, denizanası, balon ve aslan balığı artıyor. Bir yandan da bu değişime bir direnç var. Akla takılan iki soru… Birincisi, kime sorsanız “Ah, o eski güzel günler” diyor. Bu özlem farklı bir gelecek inşası için bir başlangıç noktası olabilir mi? İkincisi, herkes eleştiriyor ama Dirsek Bükü, Adaboğazı ya da Bencik gibi favori koylarda yine tekne rekorları kırılıyor. O halde eleştiri ve şikâyette biraz aşırıya mı kaçıyoruz?
Fotoğraflar ALİ BORATAV
Yacht Türkiye’nin yayın hayatına başladığı günlerde biz de denizlere açılmışız. Birkaç ay sonra da denizlerimiz ve denizciliğimiz hakkında yazmaya başlamışım. Aslında çok da eski değil. Sadece 16 yıl öncesinden bahsediyorum.
Mavi kıyılarımız alabildiğine sakin. Koylarda karşılaştığımız insanlar hayli mütevazı, samimi. Dirsek Bükü’nde Levent 17-18 yaşında, Sunsail filotillası geldiğinde İngiliz yelkencilere öyle bir animasyon sunuyor ki, en az üç beş kişi kahkahalarla sandalyelerinden düşüyor, gece yarısı denize giriyoruz, Niyazi henüz 5-6 yaşında, başımıza dikiliyor, “Çıkın çabuk denizden o kayalıklarda müren var, ahtapot var” diye bağırmaya başlıyor. Bozburun’da Orfoz farklı lezzetleriyle öyle bir ünlenmiş ki, kafasını dağıtmak isteyen bir iş insanının deniz uçağına atlayıp öğle yemeğine geldiğini gördüğünüzde şaşırmıyorsunuz. Monaco Kraliyet yatı Pasha, 45 gün Göcek’te kalmış. O günlerde uğradığımız Göbün’de Muammer, “Aman be Ali Abi, geçen gece Prenses Caroline yemeğe gelmiş, boş yer yokmuş bizim çocuklar kadını tanımamışlar, bir saat bar sandalyesinde bekletmişler” diye dert yanıyor.
Bar dediği de yanı başındaki ağaçta 30 yıllık meşhur ‘Welcome Salty Sailors’ tabelası asılı kırık dökük bir ahşap baraka.
Bu kıyılarda olup bitenlere, gelip geçenlere baktığınızda sanki her ay yayınlanan Yacht Türkiye’nin 200’üncü sayısından değil de, 200 yıllık bir tarihten bahsediyor gibiyiz.
Şimdilerde Avrupalı aristokratlar ve göz okşayan klasik tekneleri ortadan kayboldu, Göcek’in daracık koylarını doğulu oligarkların 100’er metrelik gemileri kapladı. Lezzet mabedi Bozburun Orfoz kapandı. Zaten denizde yerli balık da pek kalmadı. Ama koylarda dry aged dana pirzola ve havyar esanslı hamburger dükkânları açıldı.
DEĞİŞİM BAŞ DÖNDÜRÜCÜ…
“Ahmet’e, Mehmet’e ne oldu?” sorusunun ötesinde bir değişimden söz ediyoruz. Mavi kıyılarımızın yeşil örtüsünde ciddi yırtıklar var, özellikle son iki yılda çok vahim seviyede orman yandı. Korkunç bir yapılaşma var. Aniden inşa edilen taş evleri görmeye gözümüz alışmıştı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bir patikası bile olmayan ıssız koylarda gördüğümüz 4 tekerlekli tinyhouse’lar tam anlamıyla şaka gibi.
Şu 15 yılın değişim envanterinde çok basit üç sonuç var:
Birincisi… Artık Bodrum, Datça, Marmaris ve Fethiye, Kalkan ve Kaş’ın orta büyüklükte bir kent haline gelmesi ve bu kentlerin yarattığı çevre sorunlarının ötesinde koylarda bir yoğun yapılaşma dönemine girmesi. Bodrum’dan Marmaris’e sırayla sayalım: Gökova’da Mazı, Çökertme, Ören, Akbük, Akyaka, Karacasöğüt; Hisarönü’nde Palamutbükü, Ovabükü, Hayıtbükü, Orhaniye, Selimiye, Bozburun, Söğüt, Kumlubük yerleşim merkezlerinin tümü hızlı bir kentleşme sürecinde. Gökova’da Kıran Sahili, Datça Yarımadası’nda Datça Kurucabük (Aktur) arası kıyılar kesintisiz bir yerleşim alanı haline gelmek üzere. Söğüt’ün Cumhuriyet mahallesinin son imar affından önceki ve sonraki uydu fotoğraflarından tek tek saydım. Mahalledeki 100 ev, beş yıl içinde 400’e çıkmış.
İkincisi şu: 1980’lerden 2010’a 30 yıl boyunca büyük bir duyarlılıkla kentsel gelişimi frenlenen bu alanlar nasıl oldu da son 10 yılda bir beton yığını haline döndü? Konuya biraz dışarıdan, uzaktan bakınca şunu görüyorsunuz: Denetim açısından aslında tek bir belirleyici değişim var: 1989’da Başbakanlık’a bağlı olarak kurulan, ama hayli özerk bir yapıya sahip Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı (ÖÇKB) 2011 yılında lağvedildi. Yetkileri Çevre Bakanlığı’na verildi ve sonraki 10 yılda al takke ver külah tüm mavi kıyılarımız bir kent haline geldi. Doğa hızla katledildi, kalan doğa da daha büyük bir hızla orman yangınlarına kurban ediliyor. Doğaseverler mutsuz. Ama kıyıları bir rant kaynağı olarak gören herkes mutlu!
Ve üç: Kabul edelim, deniz her geçen yıl biraz daha kirleniyor. Mavi Kart-DAU vs. Mantıksızlıkları çok konuştuk. Boş hayaller, yetersizlikler. Tüm dünyada olduğu gibi, denizlerimizin asıl belası, karasal kirlilik.
FREN TUTAR MI?
Evet, basitçe baktığınızda durum yokuş aşağı giden freni patlamış bir kamyondan farksız. Peki devran döner, yeni bir yönetim anlayışı kıyılarımızdaki bu gidişata el koymaya kalkarsa fren tutar mı?
Yeni bir kamu yönetimi yapılanması ve yeni bir kıyı yönetimi anlayışı. Bu, basitçe şu demek: Yeni bir bağımsız denetim-yönetim sistemi, yani ÖÇKB yetkileriyle donatılmış yeni bir yönetim-denetim yapısı kurulursa, en azından hâlâ Akdeniz’in en temiz denizlerine sahip Güney Ege kıyılarımızda neden bir ikinci bahar yaşanmasın?
NASIL YANİ?
Gerçek şu: Aşırı avlanma ile Akdeniz ve Ege kıyılarımızdaki balık stokunun çok ciddi bir erozyona uğradığı doğru. Ama mikroplastik, ağır metaller, evsel atıklar, tarım ilaçları ve sentetik gübre kirliliği açılarından tüm Akdeniz’de yapılan araştırmalara bakın, en temiz bölge Ege Adaları ve Gökova’dan Kekova’ya bizim mavi yolculuk kıyılarımız.
Son yıllarda Fransa ve İtalya deniz kirliliğiyle mücadele için çok kapsamlı projeler sürdürüyor. Ama yakın geçmişten gelen öyle bir kirlilik yükleri var ki, hâlâ Türkiye deniz sularıyla bir karşılaştırma yapabilecek durumda değiller. Bundan 10 yıl önce İtalya, Adriyatik’teki müsilaj ile uğraşıyordu. İspanya’nın Cebelitarık Kanalı’na yakın bölgelerinde bugün bile ötrofikasyon seviyelerinde kirlilik mevcut.
Gökova’dan Kekova’ya mavi yolculuk kıyılarımızda bu çapta bir kirlenme alarmı yok. “Deniz kirlendi” diyoruz, ama bunun kendi ölçülerimize göre bir kirlilik olduğunu bilelim. Çarpıcı bir örnek vereyim. 2 milyona yaklaşan nüfusu ve zayıf arıtma altyapısı ile Bodrum kıyıları… Birkaç mil açılıyorsunuz Karaada ya da Orak Adası’nın güney koylarında deniz suyu içilecek kadar temiz, berrak.
Hisarönü’nde sabah kalkıp tekneden denize atladığımda, ağzımı deniz suyu ile çalkalarken kaç adet mikroplastik yuttuğumun kâbusunu görüyorum. Peki, bunu Akdeniz’in mikroplastik krallığı Roma’nın tüm atığını taşıyan Po Nehri’nin Akdeniz’e ulaştığı bölgedeki verilerle karşılaştırma şansınız var mı? Ya da Mumbai, Şanghay, Jakarta, Manila kıyılarındaki plastik kirliliğiyle…
İŞTE BELKİ DE BU NEDENLERLE…
Yacht Türkiye’nin yayın hayatına başladığı günden bu yana, mavi kıyılarımızdaki mavi yolculuk teknelerinin sayısı 5 binlerden 25-30 binlere ulaştı. Pandemi döneminde okul ve ofis küçük koylara taşındı, her yıl mavi envantere 3-4 bin yeni tekne eklendi.
Bana asıl heyecan ve umut veren ise gençlerin denizlere ilgisi. Göcek’te biraz da eğlence ağırlıklı (akşamüstü deniz üstünde DJ müzik, sabah dingi-bord üstü sportif animasyon, öğleden sonra yelken), pek de benim yaşıma hitap etmeyen filotillalar organize eden şirketler var. Geçen yıl dörder teknelik dört filo ile denize açılanlar bu yıl altı yedi teknelik sekiz on filoya müşteri buldular.
Tanıdığım üç dört denizcilik eğitimi veren şirket var. Geçen iki üç yıl içinde eğitim ve charter teknelerinin sayısını ortalama üç kat artırdılar. Bu arkadaşlar ağırlıkla gençlere yönelik iki üç haftalık zorlu kurslar düzenliyorlar. Mesela yılbaşında diyelim ki sekiz kurs ilan ediyorlar, daha sezon ortasına varmadan doluyor, bir sekiz kurs daha ekliyorlar yıllık programa.
Üç beş gün önce, bunlardan birinin Bozukkale’deki bir toplantısında dört tekne 10-15 öğrencinin buluşma fotoğraflarını gördüm. Bu, değişik bir kulüp buluşması imiş. Öğrenciler dünya turu, okyanus ya da Akdeniz geçişi hedefleyenler kulübü üyeleri imiş.
Bundan 16 yıl önce, Yacht Türkiye’nin yayın hayatına başladığı günlerde, Türkiye’den dünya turu yapmış altı adet ekip/tekne vardı. Bugün herhalde 66 Türk tekne dünya denizlerinde dolaşıyor.
IŞIK HIZIYLA GEÇEN 200 SAYIDAN ANILAR
Hiç unutamadığım şeyler var. Mesela 15-16 yıl önce çoklukla Göcek’ten bir kiralık tekne ile çıkar, Hisarönü’nde küçük bir tur atar geri dönerdik. Bu geziler sırasında rotamızdaki durakların Vira Demir’den fotokopisini çeker, bir gece önce okuyarak yol yapardım. Yolculuğumuzun genellikle ortasında salı ya da çarşamba Bozburun’a girerken Kiseli Ada Doğu Koyu’nda Sadun Boro’nun Kısmet’ini tek başına demirli görür, bir selam eder, yola devam ederdik.
Sadun Boro, Vira Demir’de Yeşilova Körfezi’ni anlatırken Kiseli Ada’nın o güzel koyuna değinir, oradan Söğüt’e geçer ve sonraki açık denizin çırpıntısından etkilenen koyları atlayıp dosdoğru Bozukkale’nin yolunu tutar. Ben yıllar sonra Mavi Yolculuk Rehberi’ni yazarken aynı bölgede Sadun Boro’nun anlattıklarına ek olarak 15-20 mola noktası ve koydan bahsettim. Çünkü aradan geçen 15 yılda deniz öyle bir kalabalıklaştı ki, Kiseli Ada’nın küçücük Doğu Koyu’nda yaz aylarında en az beş altı demirli tekne görmeye başladık.
Bu süre içinde Bodrum, Marmaris ve Göcek-Fethiye’deki marinaların kapasitesi belki ancak yüzde 20 artış gösterdi ve 12 bin seviyelerine çıktı. Ama denizdeki teknelerin sayısı en aşağı iki kat arttı. Özellikle de pandemi döneminde.
Teknelerin sayısının yanı sıra boyu ve hacmi de arttı. Kıyılarımızda değişim hızı sahiden muhteşem. Mesela, Yacht Türkiye’de yazmaya başladığım günlerde denizlerin ücra bir köşesinde bir iskeleye yanaşırız. Çevremizde 35-40 feet tekneler. Öyle 45-50 feet bir tekne gördüğümüzde iskeledeki herkes başına toplanır “Vay canına, şuna bak” gibi hayranlık sesleriyle dakikalarca tekneyi inceleriz. Şimdi bakıyorum da 40 feet altı tekne denizlerimizde neredeyse hiç kalmadı. Bu gelişmenin bazı otomatik eklentileri var. Örneğin, jeneratör ve su yapıcı. Ben bu iki aletten de neredeyse nefret ediyorum. Ama farkında mısınız? Artık bunlar yavaş yavaş birer zorunluluk haline gelmek üzere. Çünkü bundan 16 yıl önce bir iskeleye bağlanır kolaylıkla su-elektrik alırdık.
10 yıl kadar önce Yacht Türkiye için mavi kıyılarımızda yanaşabildiğimiz iskelelerin envanterini çıkarmıştım. Gökova’dan Kekova’ya 78 adet iskele sayıyordum. Bugün ancak üçte biri kaldı. Onların da yaklaşık yarısında elektrik ve su var. Bir kısmında eskiden de yoktu, bir kısmı yat bağlama iskelelerine uygulanan yüksek ecrimisil nedeniyle iskeledeki pedestalları söktü. Takviye alınabilen iskelelerin ise günlük bağlanma ücreti 200 ile 1200 TL arasında değişiyor.
Yani tekne boylarının büyümesi, teknelere jeneratör ve su yapıcı eklenmesi önümüzdeki yılların rasyoneli haline geldi-geliyor. Fakat bu yaşam biçimi zorunluluğu küçük koylarda huzuru da bozabiliyor. Düşünsenize, bir ıssız koyda 10 metre ötenize demirlemiş bir tekne, siz tam akşamüstü keyif yapacakken, komşu tekneden kaptan sesleniyor: “Kusura bakma arkadaş aküler çökmek üzere, biraz da su yapmak zorundayım, bir iki saat jeneratör çalıştıracağım.”
Bunun daha tatsız versiyonu, aynı konuşmayı bir iskeleye bağlanmışken yanınızdaki teknenin kaptanının yapması olabilir.
GELECEK 200 SAYININ KONULARI
Denizlerimiz hâlâ muhteşem. Hem de dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız seviyede. Sorunlardan bahsetmeye başladığınızda ise, elimizde bir liste var, jet hızıyla uzayıp gitmeye başlıyor. Hemen aklıma gelen birkaç konu başlığı:
– Göcek’ten başlayarak kıyılarımızda ücretli tonoz, şamandıra, anele, mapa sistemleri kurma planları…
– Son iki yılda füze gibi fırlayan marina ücretleri…
– Mavi Kart-DAU ile gündeme gelen tartışmalı yasal düzenlemeler. Deniz kirliliği konuları…
Bunlar, Yacht Türkiye’nin gelecek 200 sayısına nasıl denizlerde gideceğimize ilişkin anahtar konular olacak. Denizciler dünyası açısından baktığımızda aslında çözülmesi gereken en önemli problem, gerçekçi çözüm önerileri ile bu konuları kamu yönetimine aktarabilecek bir amatör denizcilik temsilci kurumunun bulunmaması.
Amatör gezgin denizcilerin haberleşme gruplarında 3 bin civarında aktif katılımcı var. Ama bu gruplar bir türlü bir güç birliği, bir ortak ses oluşturamıyor. Bir çözüm bulmak bu kadar zor mudur? Bilmiyorum. Yolumuz açık, rüzgârımız kolayına olsun.☸
EN KİRLİ DENİZ?
Her deniz kirleniyor. Ama geçtiğimiz 15 yıl ile kıyasladığımda… Birincisi en hızlı ve vahim kirlenenler Göcek koyları. Hele ki Boynuzbükü, Göbün, Tersane gibi ultra kapalı – korunaklı koylar. Ayrıca Göcek Adası, Atbükü, Büyük Sarsala, Domuz Adası, Yassıcalar, Hamam, Manastır, Bedri Rahmi gibi iki üç ay kıpırdamadan konaklayan teknekonduların yoğun bulunduğu koylar ne kadar açık olsalar da özellikle gece yarısı-sabah saatlerinde (yani pis su tankı boşaltma zamanı) çok kötü kirlilik belirtileri gösterebiliyorlar.
Göcek’in bu kirli halleri iyi biliniyor da… Asıl son yıllarda vahim hale gelen kirlilik şampiyonları Akbük, Orhaniye, Selimiye, Bozburun, Söğüt gibi şiddetli kentsel kirlilik olan büyük ve kapalı koylar. Mesela 10 yıl sonra Bedrettin Dalan’ın Haliç’i temizlemek için Marmara Denizi’nin ortasına devasa drenaj sistemleri kurması gibi bu küçük koyları kurtarma planları yapılabileceğini hayal edebiliyor musunuz?
EN TEMİZ DENİZ
“Hâlâ var mı öyle bir deniz?” diyeceksiniz. Elbette… Ege’nin total kirlilik yükü bir yana, hayli temiz denizlerimiz var. Bunun için iki ölçütüm bulunuyor. Birincisi medeniyetten, kentsel yoğunluklardan mümkün olduğunca uzak; ikincisi dikkatsiz ya da aldırmaz denizcilerin kirletme olasılıklarına karşı maksimum korunaklı koylar. Mesela Knidos ya da Mersincik birinci koşulu gayet iyi sağlarlar, ama kapalı, yani kirlenmeye hassas koylardır. Mesela tembel bir aşçı bir tencere kızartma yağını denize dökerse (Knidos’ta iskeleye bağlıyken başıma geldi) deniz en az bir iki saat kendini temizleyemez.
Evet… Bu çerçevede adaylarım Hisarönü’nde Oğlanboğuldu Koyu, Marmaris Körfezi’nde Arap Adası Koyu. Bu iki koy da sakin havalarda muhteşemdir. Arap Adası hâkim rüzgâra karşı da korunaklıdır. Ama bu koyların asıl ayırt edici özellikleri, açık denizden bir ada ile korundukları için içerde kesintisiz su sirkülasyonu olmasıdır.
EN FAZLA DEĞİŞEN TESİS?
Kesinlikle Turunç Pınarı Osman’ın Yeri, yeni ismiyle Yazz Collective. Osman’ın Yeri’nde müptelası olduğum balıkçı kebabı hâlâ burnumda tütüyor ve tadı damağımda. Ama şu aralar Yazz Collective’in de müşterisi çok. Demek ki, bize romantik, Timur Savcı’ya vizyoner diyecekler.
Ne tuhaf! “En fazla değişen yerler” dediğinizde listenin başında ve sonunda Göcek tesisleri var. Önce yat mola noktaları değişti. Kâğıt üstünde modernize oldular, ama eski havalarını kaybettiler. Sonra Adaia, Onno, Fimi Island gibi ultra modern tesisler kuruldu. Göcek hem görüntü hem de hesap pusulaları açısından çağın ötesine geçti.
Dünya turizminde yerellik, doğallık gibi kavramlar var oysa. Topkapı Sarayı’nı yıkıp yerine metal konstrüksüyon bir otel yaptığınızı hayal edin. Olmaz, o dikiş tutmaz. Modernizasyon bazen bizde böyle anlaşılabiliyor. Deniz kıyısında yemyeşil doğa ile içiçesiniz, bu yetmiyor, çamları kesip palmiye dikiyorsunuz. Sonra bu palmiyeler yamaçları kaplayan çamlara keseli böcek taşıyor ve ormanı kurutuyor. Ormanın yeşili gidince “Zemini çim yapayım bari” diyorsunuz. Sulama için pınarlar, azmaklar kuruyor. Eskiler bostan yapardı, çim değil. Ama yok, “İlle de değişiklik yapacağız” diyenler bir kez çim denemek istiyorlar.
Prenses Caroline yemek yiyecek bir masa için eski yıkık dökük ahşap barda iki saat beklemişti. Yeni ultra modern Göcek tesislerine de geldi mi acaba? Belki gelmiştir de, biz bilmiyoruz…
EN AZ DEĞİŞEN TESİS?
Göcek sanki farklı bir ülke. Şu 15 yılda mavi kıyılarımızdaki diğer körfezlerde tesislerin çoğunun sandalyesi bile değişmedi. Ne sağlam masa-sandalye imiş! Karacaören Restaurant, Çiftlik Azmak, Mehmet, Rafet; Ekincik My Marina, Kekova Likya; Dirsek Bükü ve Kocabahçe’de Şengül Ailesi’nin iki tesisi; Söğüt Denizkızı, Octopus; Knidos, Üçağız Hassan, Serçe Nemo, Karacasöğüt Galley Restaurant, Selimiye Sardunya ve Hidayet; Bozukkale Ali Baba, Loryma Beach ya da Sailor’s House… Mavi kıyılarımızın bu köklü tesislerinde ne mangal değişti, ne de zorunluluklar dışında kadro… 15 yıl… Sahibi aynı, mutfak şefi, garsonu aynı. İskelesi aynı.
Zamana, çağımızın bozucu güçlerine böyle bir direnç… Bazen sağa sola yayılmış hırdavat, üstünden atlamak zorunda kalacağınız bir çöp bidonu keyif kaçırıyor. Ama korunan gelenekler, alışkanlıklar, o da çok güzel bir şey. Her şey bir yana… Mavi kıyılarımızda sivrisinek kovmak için hâlâ tezek yakılan restoranlar olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. www.maviyolculukrehberi.net