Hoş gör sen affet gitsin aldırma!

Tekne kültürü, derin ve hassas bir konu. Yat yaşamının içinde olanlar, dışında kalanları da etkiliyor ve ilgilendiriyor. Denizler ve kıyılar ortak yaşam alanlarımız olduğundan olan bitene hem birinci dereceden tanığız hem de tutumların ve tercihlerin sonuçlarına hep birlikte katlanmak zorundayız. Yozlaşmaması gereken bu değerli kültürün gitgide deforme edilmesine de karşı koymalıyız.

Ne yazık ki birçok tekne sahibi (bazı kültür ve görgü sahibi istisnalar hariç) teknesinin üzerinde sağa sola bağıra bağıra kendi aralarında geliştirdikleri bir dil ile dünyayı kendi teknelerinden ibaret sanarak mutlu mesut bir arada yaşıyorlar. Yan tekneden şöyle sesler geliyor: Baba naber?… Su soğuk mu aşkım?… İyi eğlenceler birader!…  Eyvallah kardeşim!… Bizim viski n’oldu kaptan?

Diyaloglardan da anlaşılacağı gibi uzun zamandır kulağımıza çalınan böyle bir lisan var. 80’li yıllarda Devekuşu Kabare’de Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın hicvettiği bu sonradan görme haller, artık epey uzun bir zamandır kanıksanmış bir dil oldu. Mesela bu sabah kahvaltı sırasında yan teknedeki konukların ses tonlarını ayarlamayı beceremedikleri için menemeni nasıl sevdiklerini, geçen yaz nerelere gittiklerini, üzerindeki bikiniyi nereden aldığını, hepsini tane tane öğrenmek zorunda kaldım. Bunlar masum hikâyelerdi.  Peki tekne kültürü diye konuşulan kültür nedir? Boşuna mı adına tekne kültürü denmiştir?

BASİT KURALLAR

• Tekneye sokakta dolaşılan ayakkabı ile girilmez. Hollywood yıldızı da olsan, çıplak ayak dolaşabilirsin ya da tekne ayakkabıların vardır. Mürettebat da uygun ayakkabılar giyer. Cem Yılmaz’ın gösterisinde anlattığı bir hikâyede Nicole Kidman’ı Cannes Film Festivali sırasında 70 metre bir süperyatta çıplak ayak görmesi gibi.

• Konuklar elektronik aletlere, bilmediği alanlara müdahil olmaz. Mutfağa ya da çamaşırhane alanına, kısaca ekibin bulunduğu alana girerken kapıyı tıklatır. Çünkü oralar da mürettebatın özel alanıdır. Yat sahibinin de o alana saygı duyması gerekir.

• Özellikle daha küçük yatlarda, yüksek voltaj çeken aletleri çalıştırırken ekibe sormak gerekir.

• Sert bir valiz yerine, yumuşak valizle tekneye gelinmelidir ki ekip boş valizleri koyacak yer ararken zorlanmasın.

• Kapalı alanlarda sigara içilmez.

• WC kullanımının gösterilmesi önemlidir.

“KIYILAR HERKESİN ALANIDIR”

Bu kurallar tekne kültürü olarak yansıtılsa da bunlar yalnızca teknenin içinde uygulanması gereken kurallardır. Yat mürettebatı zaten hiç teknede bulunmamış konuklara tekne ile ilgili ışıkların açıldığı yerlerden, klimalardan kapılara, hatta güvenlik kapılarına dek her yeri gösterir, göstermelidir. Amaç tabii ki kimseye ahlak dersi vermek değil. Ancak tekne kültürü diye yazının başında bahsettiğim en önemli dert, tekne sayıları arttıkça kıyılarımızda yaşanan gürültü kirliliği. Birbirinin alanına saygı göstermeyenlerin yarattığı kirlilikten söz ediyorum. Üzerinde durduğumuz kıyılar herkesin alanıdır. Kıyıdan denize girenin de aynı saygıya sahip olması gerekir, teknesiyle o kıyıda duranın da. Çünkü özel tekne sahiplerinin çoğu genellikle konuya hâkimdir ancak hayatında ilk kez tekne ya da gulet kiralayan tatilci bu duruma hiç dikkat etmiyor, gözlemlerimiz bu yönde.

PARANIN “AĞA BABASI” OLUNCA OLANLAR

Bağıra bağıra söylenen şarkılar, türküler, gecesi gündüzü sabaha karşısı fark etmeden hem de! Bağıra bağıra suya atlamalar, hızlı motorlarla ya da jetski’lerle koyda fink atmalar sonucu oluşan dalgalar, hatta suda yüzenler için tehlike yaratan hareketler. Çoğunlukla para kazanma/müşteri kaçırmama amacıyla bu duruma mahal veren charter kaptanları da hiç iyi yapmıyor. Peki acaba sadece Türk sularında mı vuku bulur bu görmemişlik? Elbette hayır. Dünya dediğimiz bu alemin üzerinde her ülkeden her milletten insanın cebindeki parayla doğru orantılı olmayan seviyesizliklerine şahit olmak mümkün. Özellikle de davulun sesinin uzaktan hoş geldiği bu süperyat hayatında. Yat demek para demek. Süperyat demek paranın ağa babası demek. Megayat demek ise açıkça paraya para dememek.. Hâl böyle olunca da şımarıklığın had safhası bu yatlarda yaşanıyor. Denizler üzerinde elbette hayat görüşü olan zevk sahibi milyarderler olduğu gibi, parayı konuşturmayı çok seven ve her sene daha büyük, daha uzun yatlar yaptırarak bir çeşit yarış içinde olan milyarderler var. Hani her sene en az bir defa haberlere konu olan megayatlar. İşte altında milyonlarca dolarlık teknesi olan bu adamlar, para ile yapılabileceklerin sınırını çizmek istemiyor haliyle. Özel jet ile İtalya’dan sırf o gece yemek için mozzarella getirtmeler, sırf sevgilisi o çiçekleri seviyor diye Monaco’dan Karayipler’e jet ile çiçek siparişleri ya da yat sahibinin eşinin kıyafetlerini Paris’teki kuru temizlemeciye göndertmeler megayat dünyası için normal sayılıyor artık.

CAN SIKINTISINDAN YATTA KAR PÜSKÜRTEN, KIZINA HAMSTER GETİRTEN

Tekne çalışanları, her ne kadar sayfalarca gizlilik sözleşmeleri altına imza atsalar da, şahit oldukları anormal hatta çok da komik olan hikâyeleri pek gizlemiyorlar. Özellikle charter dediğimiz yani haftalık kiralanan, yatın boyuyla orantılı olarak haftalığı 100.000 ila 1 milyon Euro arasında değişen süperyatlarda yaşanan yüzlerce ilginç hikâye duydum. Karayipler’de canı sıcak havadan çok sıkılan bir İtalyan charter müşterisinin, denizin ortasına kar makinası getirterek güvertede kar püskürtüp eğlenmesi gibi.  O makinayı bulup getirtme organizasyonunun ayrı dert olması bir yana, eğlence bittiğinde herhalde tekneyi temizleyen ekip yaz günü bir tekneden kar temizleyen ilk ekip olmanın talihsiz gururunu yaşamışlardır! Köpük partisi zaten rutin oldu. Teknede asla alkol içilmesine izin vermeyen Müslüman Arap tekne sahibinin sabaha karşı dört sularında tekneye sarhoş gelip arkadaşlarıyla beraber sabah namazı kılmak için kaptana kıblenin neresi olduğunu sormasına ne demeli?

Bir başka hikâye de, üzerinde inin cinin top oynadığı yerleşim olmayan bir Yunan adasında özel parti organizasyonu istenmesi ile başlıyor. Buraya kadar her şey normal gibi gözükse de parti için deve getirtilmesi istendiğinde işler elbette ki karışmış. Yunanistan’da deve arayışına geçip bulmayı bırak, o devenin hangi araçla yerleşimin olmadığı adaya getirtileceği ayrı sorun olmuş. Peki bir yat sahibinin sevimli küçük kızının sevimli küçük hamster’ı karadan 300 mil açıkta aniden öte diyara göçüverirse ne olur? Yat sahibinin bir emri ile kızı üzülmesin diye o farenin tüy renginden kulağının biçimine dek tıpkısının aynısı araştırılarak, 24 saat içinde bulunup 300 mil açıktaki tekneye yine bir Heli ile getirtilir.

NEDEN TEKNEDE HUZUR YOK?

İnanması güç değil mi? Oluyor bunlar, inanın. Mesela şimdiye dek hiç denize girmeyen bir tekne sahibinin eşinin bir gün denize girme mood’unda olduğuna karar vermesiyle başlayan bir hikâye de duydum. Ancak işe bakın ki, denizde tam önlerinde üç denizanası vardır. Her bir denizanasını savuşturmak üzere bütün güverte elemanları seferber edilir. Belki deniz anası bile yoktur, belki de o deniz akıntısında zaten saniye hızıyla yok olmuşlardır ama bu önemli değildir. O denizanaları derhal uzaklaştırılmalıdır! Mürettebat hızla suya atlayıp deniz analarını uzaklaştırırlar. Ancak hanımefendinin hevesi de çoktan geçmiştir zaten. Benim rastladığım ve Atlantico olarak yerleşimini gerçekleştirdiğimiz mürettebatı beş hafta, iki ay gibi sürelerde hiç izinsiz çalıştırmak, kaptanların da bu duruma sesini çıkarmaması, hosteslerin ve şeflerin elindeki bıçakla gelen herkesi doğrayabilecek kadar sinirlerinin yükselmesi ve sonra da “neden teknede huzur yok” diye ya kaptanın ya yat sahibinin ya da şeflerin “breakdown” yaşayarak beni aramaları buna örnektir.

MÜRETTABATA YAPILAN HAKSIZ VE ABSÜRT MUAMELELER

Kendi çalıştığım yıllarda sabahın beşinde hamburger, patates kızartması, pizza ve kuzu-pilav için her gün üst üste uyandırıldığım bir charter yaşamıştım mesela. Bir Ortadoğu kraliyet ailesi üyelerinin kiraladığı yattı. Elbette o saatte bunca yemeği hazırlamak mümkün olmadığından, başıma ne geleceğini bildiğim için geceden ön pişirmelerini yapıp sabah uyanıp puzzle gibi birleştiriyordum. Yine de 05.30-06.00’ya dek sürüyordu bu mesai. Sonra da mutfağı temizleyip odama dönüyor, 07.30’da yeniden uyanarak yeni güne başlıyordum. Akıl sağlığımı zor tutmuştum. Yorgunluğumun boyutlarını sadece iyi bir ekip olduğumuz için gülerek karşılayabiliyordum. Şahit olduğum başka hikâyeleri anlatmayayım bile. İş ilanlarında şarkıcılık ve dans yeteneği olan stewardess arandığına kendi gözlerimle şahit olmuşluğum var. Yani servis yaparken bir parmak şıklatmayla “hadi bakalım biraz da danset!” diye emir vermeyi düşündükleri aşikâr. Mesela bir yat sahibinin bir sabah uyanıp bütün ekibi sebepsiz kovması hiç de az sıklıkta duyduğumuz bir hikâye değil. Ya da patron saç kesimini beğenmediği için kovulan kaç stewardess var biliyor musunuz? Peki patronun eşinin elbisesini dolaba asarken elbise yere düştüğü için patronun eşi tarafından suratına ayakkabı fırlatılarak kovulan. Böyle durumlar Güney Fransa’da her yıl  seyreden meşhur charter yatlarında fazlasıyla yaşanıyor. Yani teknede ufuk çizgisindeki manzara St.Tropez ya da Monaco diye, oraya gökten bir medeni melek inmiyor! En çok havai fişek Pampelonne Koyu’nda patlıyor. Sizin anlayacağınız; kimisi görmemişlikten, kimisi şımarıklıktan, kimisi de paranın satın alabileceklerinin sınırı olmadığı inancından doğan, kimisi hakikaten üzücü ve insanlık dışı ama kimisi de Hangover 4 filmine malzeme olacak kadar absürt ve komik böyle düzinelerce hadise barındırır yat sektörü. Şimdi kendi teknemde, Türkiye’nin en güzel ve sessiz olsa çok daha güzel olacak olan bir cennet koyunda “benim teknem benim denizim” edasıyla müziğin sesini sonuna kadar açmış olan yan tekneden yükselen “Hoş gör sen affet gitsin aldırmaaaaa” sözleri ve şakkıdı şakkıdı el çırpmaları eşliğinde uyumaya çalışacağım. Hoş görüyoruz zaten başka ne yapalım ki? Büyüklük bizde kalsın sonunda. Ekim’de görüşelim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Time limit is exhausted. Please reload CAPTCHA.